17 Aralık 2011 Cumartesi

Baybars Altuntaş ve "Çırakları"

Saat yaklaşık 02:10. Ben yarı uykulu gözlerle buradayım. "Umut derdin ne de bu saatte oturmuş yazı yazıyorsun?" diye soracak olursanız az önce gördüğüm bir "girişimcilik" fırsatı(!) inanılmaz derecede ilgimi çekti, sizlerle paylaşmak için sabırsızlandım:)

Herşey Reyhan Cepik'in şu iletisini görmemle başladı:

Verilen linke tıkladığımda Baybars Altuntaş'ın web sitesinde çırak aradığını söylediği ilanı ile karşılaştım. Baybars Altuntaş deyince hemen aklınızda canlanmayabilir ama Dragons' Den'deki saçsız amca dersem aklınıza gelecektir. İlan aynen şöyle:




Bakınca girişimci adaylarına çok güzel bir fırsat sunuluyor. Siz Baybars beyin "çırak"ı olmak ve kişisel iş ağından faydalanmak karşılığında kendisine 10.000$+KDV veriyorsunuz. Bu ücreti sizin gibi vermiş 4 arkadaş daha kendisinin 6 ay çırağı oluyorsunuz. Sizi nereye giderse yanında götürüyor. Bu basın toplantısı olur, yurt dışı gezi olur, bayi tanıtımı olur, anlayacağınız programda yok yok...Ama bu arada yapacağınız bütün gezilerdeki masraflar da şahsınıza ait. İşte ingilizceydi, üniversite eğitimiydi, bilmem neydi diğer şartlar ottan saptan.


Şimdi burada bir tezat var. Baybars Bey kendi web sitesinin Dragons' Den kısmında diyor ki:


AİLEDEN ZENGİN İŞ ADAMI EJDERHA OLMAZ

Girişimcilerin iş fikirlerini anlattıkları ve ortaklığa ikna etmeye çalıştıkları yatırımcılar kesinlikle aileden zengin iş adamları olamıyor. Kendi işini kendisinin büyütmüş olması şartı aranıyor. Kendini var etmemiş iş adamı, bu yarışmada yatırımcı koltuğuna oturamıyor. Haftasonu yayınlanması planlanan programın ilk sezonu 6 bölüm olacak. Dileyen yatırımcı 6 bölümün sonrasında başlayacak ikinci sezonda da programa devam edebilecek.

E burada bir mantık hatası var! Aileden zengin iş adamı Ejderha olmaz diyen adam, 10.000$+KDV+6 ay boyunca bütün yurtiçi/yurtdışı masraflarını kendiniz karşılamanız koşuluyla, sizi iyi bir girişimci yapacağını iddia ediyor. Şimdi kendimce düşündüm kendisinin  mutlaka yoğun bir programı vardır. Sürekli gezilerde olduğunu/olacağını düşünürsek, diyelim ki İngiltere'ye gitti. Siz de "çırak" olarak peşine takıldınız. "Baybars abi sen Hilton'da takıl, ben pansiyonda kalacağım." mı diyeceksiniz? Bu 6 ayda, bu iş adamının gezi temposuna ayak uydurabilmek için cebinizden yapacağınız masraf, 10.000$+ KDV'nin devede tüy kalmasına neden olacaktır! E madem bu kadar paranız var, şahsi ağ kurmak için kendisinin peşinden para saçacağınıza, güzel bir iş planıyla hayallerinizi hayata geçirmeniz daha mantıklı değil mi? Bu kadar parayı toplayabilecek bir taze üniversite mezunu/öğrencisi, Baybars beyin iş ağına ihtiyaç duyar mı? Yoksa zaten aileden benzer bir ağa sahip midir?


Yine kendi web sitesindeki logo tasarımından hayat görüşünün "Önce kazan, sonra harca" olduğunu değerlendirdiğim Baybars Bey'in daha okulu yeni bitirmiş/bitirecek gençlere "Gelin bana 10.000$+KDV verin, 6 ay da ben nereye siz oraya, o parayı de cebinizden karşılayın." demesi samimiyetten uzak göründü. Çünkü daha üniversite öğrencisi veya taze mezunu bir gencin bu paraları kendi kazanmış olma ihtimali sıfır. Eğer kazanmışsa da o iş ağına ihtiyacı zaten yok demektir. Bence girişimci demek işi biraz da amatör ruhla başlayıp gittikçe profesyonele taşıyacak adam demek. Şahsen bu meblağı harcayabilecek birisi olsam kendisinin iş ağıyla tanışmak için çarçur edeceğime, bir girişimde değerlendirmeyi tercih ederdim. Kendimi Baybars beyin iş ağındaki herhangi bir insan yerine koyuyorum. Böyle bir maceraya bu kadar para dökecek bir adamı ne işe alırım, ne bir iş kursa onunla iş yaparım diye düşünüyorum. Kendisine "çırak" olacak arkadaşlara başarılar diliyorum.

Benim Reyhan Cepik'e verdiğim tepki şöyle oldu:

Listemdeki comTalks kurucularından Sinan Ata da benzer bir tepki vermiş:

Baybars Bey mutlaka ki hem ülkemiz hem de dünya standartlarında kabul görmüş bir girişimci. Fakat bu girişimi bence biraz insafsızca olmuş. Siz ne düşünüyorsunuz? Teklif çok makul de biz mi yanlış düşünüyoruz? Yoksa ortada ederini bulmayacak bir teklif mi var?








20 Kasım 2011 Pazar

Deprem Bölgesindeki 300.000 Çocuğun Yaşamı Risk Altında



DEPREM BÖLGESİNDEKİ
300.000 ÇOCUĞUN YAŞAMI RİSK ALTINDA   
VAN-ERCİŞ BÖLGESİ’NDEKİ ÇOCUKLARIN YAŞAMINI KORUMAK İÇİN
HERKESİ İVEDİLİKLE HAREKETE GEÇMEYE ÇAĞIRIYORUZ.
 Van Erciş bölgesinde 23 Ekim’de meydana gelen 7.2 şiddetindeki depremin yıkımının ardından kış koşulları da bölgede yaşamı zorlaştırmaya devam ediyor. 2309 binanın yıkıldığı, 11847 binanın ağır hasarlı, 17923 binanın orta hasarlı olduğu bölgede süregiden 5 ve üzeri büyüklükteki artçı depremler sebebiyle bölge halkı yaşamını dışarda,  edinebiliyorlarsa çadırlarda yoksa derme çatma barakalarda geçirmeye çalışıyor.  Bir milyonu geçen bölge nüfusuna rağmen devlet tarafından kurulan çadırkent, mevlana kent, konteryner kentlerde barınan nüfusun toplamı yirmi bini geçmiyor.
Kar yağışının başlaması ile barınmaya ilişkin sorunlar had safaya ulaştı. İmkanı bulunanların yanında ve devlet olanakları ile bölgeden hızlı bir göç yaşanıyor. Ancak halen bölgede 600.000’den fazla insanın depremin ve kışın etkilerine maruz kalarak yaşamaya çalıştığı tahmin ediliyor.
Her zaman olduğu gibi bu afette de çocuklar öncelikle ve daha fazla zarar görüyor. Depremin etkilediği bölgede göçün ardından geride kalan 300.000 çocuk bulunduğu tahmin ediliyor. Yoğun kar yağışının başladığı 11 Kasım tarihi ardından -15 dereceleri bulan soğuk hava ile birlikte ilk üç günde 300 çocuğun zature teşhisi ile hastanalerde tedavi altına aldındığı bildiriliyor. Basına yansıyan bu rakamın çok daha ötesinde sayıda çocuğun soğuk kaynaklı hastalıklarla yüzyüze olduğu tahmin ediliyor. Şimdiye kadar resmi rakamlarla Erciş’in Çelebibağ Beldesinde 1 çocuk donarak, önceki gün ise Vanın Karpuzalan köyünde çadırda çıkan yangında 6 ve 12 yaşlarında iki çocuk yaşamını yitirdi, iki çocuk ağır yaralandı. Tedbir alınmadığı taktirde, çocuk ölümlerinin devam etmesinden endişe ediyoruz.
Türkiye 2011 yılında, 20 Kasım Çocuk hakları Günü’nü bu kara tablo ile karşılıyor. Bölgedeki 300.000 çocuğun yaşamı ciddi risk altında. Koordinasyondan uzak, dağınık, işlevsiz, mağduriyeti arttıran çalışmalar ve göstermelik önlemler ile deprem bölgesi dışındaki toplum kesimlerini ikna çabası bir yana bırakılıp durumun ciddiyetinin farkına varılmalıdır. Daha fazla gecikmeden çocukların yaşamını koruyacak etkin önlemler alınmalıdır.
Bu çerçevede:
- Her türlü iç ve dış olanaklar bir ön önce bu amaç doğrultusunda seferber edilmeli, bölge sivil toplumun, ulusal ve uluslararası yardım kurumlarının etkinliklerine açılmalıdır.  
- Yardım dağıtımları düzenli olarak ve çadırkentlerde olmasalar dahi tüm ihtiyaç sahiplerini kapsayacak şekilde yapılmalıdır. İhtiyaç sahibinin yardıma değil yardımın ihtiyaç sahibine ulaştığı bir sisteme geçilmeldiir.
- Devlet bölge halkına tam olarak ulaşamamaktadır. Bölgede sosyal hizmet altyapısı yoktur. Çocukların durumunun tespiti ve yerinde destek verilebilmesi için sosyal hizmet altyapısı hızla kurulmalıdır. Bu hizmetin sağlanması için ulusal ve uluslararası sivil toplumdan gelen destek talepleri hızla değerlendirilmeli ve sonuçlandırılmalıdır.
- Sivil toplum örgütleri için işletilen “akreditasyon” sistemi bölgede çalışma konusunda izin almayı haftalara yayan bir bürokrasiye dönüşmüştür. Akreditasyon ile ilgili kalıcı muattap belirlenmeli ve süreç tüm sivil toplum kuruluşları için açık, adil ve hızlı bir şekilde işletilmelidir.
- Kızılay çadırları yerine biran önce kış koşullarına uygun konteynerler, pünomatik ve/veya prefabrik yapılar kurulmalıdır. Bu yapıların sayıları sembolik olmaktan çıkarılmalıdır.
- Çadırkentte yaşamak yardım almanın şartı olmaktan çıkarılmalıdır. Evlerinin bahçelerinde ya da civarında barınmak zorunda olan ailelere de koşulsuz, yerinde, geçici barınak, gıda ve sağlık desteği verilmelidir.
1995’ten bu yana BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin tarafı olan Türkiye sözleşmenin 6. Maddesinde belirtildiği üzere öncelikle çocukların yaşam hakkını korumakla yükümlüdür.
Bu yükümlülüğün ve bölgedeki durumun gereği tüm kamuoyunu, ulusal ve uluslararası tüm kurum ve kuruluşları İVEDİLİKLE, bölgedeki çocukların yaşamını korumak için harekete geçmeye çağırıyoruz.
Gündem: Çocuk!
Çocuk Haklarını Tanıtma, Yaygınlaştırma, Uygulama ve Uygulamaları İzleme Derneği
Tunalı Hilmi Caddesi No:54/8 Kavaklıdere/ ANKARA * Tel-Faks: 0312 437 76 41
www.gundemcocuk.org * info@gundemcocuk.org
*Gündem: Çocuk!, her çocuğun hak sahibi, eşit, özgür ve onurlu birer birey olarak, barış içerisinde, iyi ve mutlu bir yaşam sürmesi için çocukların yararına bütüncül bir dönüşümü ısrarla savunan bir sivil toplum örgütüdür. Çalışmalarını çocuk hakları alanında yaşanan sorunların temelindeki paradigmanın değişmesi, savunuculuk, ağ çalışmaları ve katılım programları altında, öncelikli çalışma arkadaşları olan çocuklarla birlikte sürdürür.

18 Kasım 2011 Cuma

Uçmak...

Merhaba,
Bugün sosyal medya veya bilgilendirme amaçlı bir yazı yazmayacağım. Bugün yıllardır içimde yanan bir ateş, bir hayal ve bir hayal kırıklığı hakkında yazacağım, uçmak...Bu yazı tahminen okumak istemeyeceğiniz kadar uzun ve kişisel, ondan baştan uyarmak isterim...

Bu şarkı eşliğinde okunabilir diye düşünüyorum...


Ufaklığımdan beri uçmak hep ilgimi çeker. Ne zaman bir kuş, uçak, helikopter görsem kitlenmiş gibi bakakalırım. İlkokul başlarında yaşıtlarım evcilik derdindeyken, öğretmen ne anlatmak istersin dediğinde "Okyanusa uçak düşmüş öğretmenim." dediğimdeki şaşkınlığını hala unutamam...

Babamın tayini Kıbrıs'a çıktığında deniz yoluyla o zaman gitmek çok çileli olduğundan, Lefkoşa'ya uçakla gitmiştik. Sonra da bütün izinlere ve geri Türkiye'ye tayinimiz çıkancaya kadar bütün yolculuklara uçakla gittik, 6 yaşımda başlayan bu sevda hala benimledir. Ne kadar hoşuma giderdi havaalanları, pilotlar, yer ekibinin o koşturmacası, hosteslerin kibar tavırları...

Sonra 9 yaşında Diyarbakır'a tayinimiz çıktı, 1993 yılı terörün ülkemizde en kötü olduğu yıllardı. Lojmanlardaki evimiz en köşe apartmandı ve direkt olarak Jandarma Hava Grup'un helikopter pistine bakardı. O zaman orası o kadar aktif bir pistti ki helikopter faaliyeti neredeyse hiç durmazdı. Sürekli helikopterler kalkar, göreve gider, bir çoğu adam alıp bırakırken delik deşik olur, gelince bantla yamanır, ikmali yapılır geri giderlerdi. Bugün Vietnam filmlerine bakıp helikopter pilotlarına özenen gençlerimiz, ne kadar kahraman pilotlara sahip olduklarını aslında pek bilmezler... 



Bu Hava Grup Komutanlığı'nın arka tarafında ufak bir yüzme havuzu vardır. Diyarbakır'ın kavurucu sıcağında personel aileleri ve çocukları yararlansın diye yapılmıştır. İşte 9-10 yaşlarında bir çocukken ben oraya gittiğimizde havuzdan kaçar, helikopterlerin olduğu hangarlara giderdim. Bir Sikorsky kokpitine oturur, ne kadar çok düğme olduğuna şaşırırdım. Aklımdan "Bu pilotlar çok zeki insanlar olmalı, bu kadar çok düğmenin, kolun arasında bu koca aleti nasıl uçuruyorlar acaba?" diye geçirirdim. Hiç bir düğmeyi kurcalamadığımı bildiklerinden ve babamı da tanıdıklarından teknisyenler bana kızmazdı, belki de içlerinden küçücük aklımda içimdeki bu hevese gülerlerdi. O zamanlarda Black Hawk'lar şimdiki gibi glass cockpit değildi, aynen hayatımın en çok izlediğim ve en beğendiğim filmi olan Black Hawk Down'daki gibi mauel göstergeleri vardı. Bölge çok aktif olduğundan o zamanın Jandarma pilotları oldukça yüksek uçuş becerisine sahipti. Bazen acil yaralı getirenler o kadar hızlı gelir, o kadar hızlı inerlerdi ki yeteneklerini bilmeyen birisi gördüğünde "Allaahh helikopter düşüyor!" derdi. 


Bazen de Hava Lojmanları'na halı saha maçına giderdik. Oradaki halı saha F-16'ın kalkış yaptığı pistin tam yanındaydı. Herkes maç derdindeyken ben adeta gökleri inleterek kalkan F-16'lara bakakalırdım. Sonra İzmir'e tayinimiz çıktı. Tam orta 3'e geçmişken İzmir'e geldik ve sınavlara girip Maltepe Askeri Lisesi'ni kazandım. İlk şoku orada yaşadık, tarihte ilk defa Havacı olacaklar için Lise 3'ün sonuna kadar beklenmedi ve "kura" çekildi. Bir çok arkadaşım gibi ben de karacı olarak kalınca pilotluk hayallerimiz başlamadan bitti mi diye düşünmeye başladık.



Sonra Kara Harp Okulu geldi. Sınıflar 2. sınıfın sonunda açıklanırdı. Yine bir ilk olarak bize "Sizinki 3. sınıfın sonunda açıklanacak!" dendi. Siz istediğiniz 5 sınıfı tercih ediyorsunuz, sonra Kuvvet'te sizin hangi sınıf olacağınızı belirliyorlar. Kara Havacı olabilmek içinse ekstra olarak "Pilot olur" sağlık raporu almanız ve çeşitli sınavlara girmeniz gerekiyor. Ve ben pilotluğa ulaşmakta önümde kalan tek yol olan Kara Havacılık için bütün çabamı gösterdim. Sağlık raporunu aldım, pilot seçme sınavında başarı gösterdim, İngilizcem de iyiydi ve sene sonunda beklediğim şey oldu, artık Kara Havacıydım!


Kara Havacılık'ta iki çeşit pilot yetişir, helikopter ve uçak pilotu. Ben çoğu kişinin tersine helikopter pilotluğunu yani döner kanat kursunu daha çok istiyordum. Sabit kanat kursu nispeten daha kolay bitirilebildiği için kurada herkes sabit çekmek için uğraşırken, biz iki can dost içimizden "Allah'ım ne olur döner kanat olsun!" diye dua ediyorduk. Neticede ikimiz de isteğimize kavuştuk ve dönerkanat çektik. Sonra da hoca kuraları çekildi. Orada da nispeten "iyi" denebilecek hocalara denk geldik. Yani en azından öyle sandık. Kurs başlarında o kadar keyfim yerindeydi ki, hayallerime adım adım yaklaşıyordum. Zaten Harp Okulu yıllarında Youtube'daki bütün helikopter videolarını izlemiş, bir çok havacılık forumuna üye olmuş olduğumdan arkadaşlarım beni pilotluğuma banko gözüyle bakıyordu. Bu arada ben kurada çıkan kağıtları hala cüzdanımda saklarım, şuan pilot olmuş bir çok arkadaşımın bile attığına eminim. 


Kurs devam edebileceğiniz en zor kurslardan bir tanesi hatta birincisidir. Çünkü aynı zamanda hem deliler gibi ders çalışıp, hem de uçuşta başarı göstermeniz gerekir. Bazı sınavların geçiş notu 100'dür, 99 alsanız kurstan ilişiğiniz kesilir. Göstergeler masalara yapıştırıldı, hayali uçuşlar, deli gibi ders çalışmalar eşliğinde günler geçiyordu ki bir terslik oldu. Benim kurada çektiğim hocanın kendisine başka bir kurs çıkınca biz ortada kaldık. Bizi gayri resmi olarak o gün kim boşsa onla uçurmaya başladılar. Şimdi huysuz çocuklar gibi ağlamayacağım, gerçekten pişmiş tavuğun başına gelmeyecek onlarca olay peş peşe yaşandı ve bütün çabalarıma karşın, kesinlikle haksız bir yere kurstan elendim. Hayatım alt üst olmuştu, 10 yaşında Sikorsky koltuklarında hayal kuran o çocuk, hayaline bir adım kala yıkılmıştı. 2007 devresinin Kara Havacılık kursunda başına gelen olaylar tamamen bir tartışma konusudur ve devamında kıtadan adam çağırılması yanlış yapıldığının çok açık bir ispatıdır. Ama burada bu konuların ayrıntısına girmeyeceğim. 


Kara Havacılık'tan elenince istediğiniz sınıfa geçemezsiniz. O iş de kura ile olur ve bana torbanın sonuna denk gelmem(!) nedeniyle 2 Piyade 1 Tank kinder sürprizi içinden Piyade geldi ve hiç istemediğim bir sınıfa yeniden sınıflandırıldım. Herhalde hayatımın en acıklı, en boktan günlerini sorsalar, elendiğim bu günleri seçerdim. Resmen o yaşıma kadar kurduğum hayaller, bir hiç uğruna, tamamen sistemin saçma işleyişi ve adaletsiz tavırları yüzünden bir anda yok olup gitti...En sevdiğim dostlarımın ilk yalnız uçuşlarını yapıp fularlarını taktıkları günlerde, ben valizimi toplayıp, gözlerim yaşlı, Tuzla'daki Piyade Okulu'nun yolunu tuttum. 

Buradan sonrasını uzatmayacağım, yaşadığım haksızlık ve yeni sınıfımı sevmemem yüzünden de ileriki dönemde izinden dönmeyerek mesleği bıraktım. Subayların 15 yıllık mecburi hizmeti doldurmadan istifa hakları yoktur ki burası başlına bir saçmalık, bir adaletsizlik, bir insan hakları ihlalidir. Bu konuda yazdığım iki yazı Cüneyt Özdemir'in Dipnot.tv'sinde uzun süre ayın yazısı olarak kaldı. Okumak isteyenler için Bir Subayın Feryadı ve bu yazının beğenilmesi üzerine içinde bulunduğum ruh halini anlatmamı istedikleri Bir Subayın Ruh Hali yazıları hala sitededir. O zamanki desteği için kendisine teşekkür ederim. Biz bunun haksızlığını devlete kabul ettiremesek de, birilerinin bu işin arkasında durup insanlara "Böyle şeyler de var!" demesi önemliydi!



İşte bugün vizyona girecek Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi gibi Umut Akdaş'ın aşırı acıklı hikayesi de böyle oldu. Ben asla havacılığa küsmedim. Havacılık aşkı çok başka bir şeydir, bunu yaşamayanın anlaması biraz zor. İstanbul yolunda trafik kilitlenmişken Güvercinlik'ten bir AB-206 ile kalkmak, o özgürlük hissi, o heyecan kelimelerle anlatılmaz ki! Ben bu adaletsizlikler yüzünden mesleği bırakırken hayatımın 3 yılını kaybettim, bir sürü saçma sapan kağıt kuydat işi, tazminatı da cabası...Bana bunları yaşatanlara bir çift söz söylemeyi çok isterim! Dünya küçük, kiminle nerede, ne zaman, ne şartlarda karşılacağımız belli olmaz...Tek tesellim gerçekten çok sevdiğim ve bu işi severek yapacağına inandığım bir kaç dostumun hayallerine kavuşabilmiş olması. En azından onlar sayesinde güncel haberleri alabiliyorum, uçmasam da uçmuş kadar oluyorum. Şuanda sivil havacılık kurslarına bakıyorum ama helikopter için ATPL veren bir kurs yok, yurt dışında alsanız da ülkemizde genç helikopter pilotu olarak iş bulmanız, emekli kara havacıların tekelinde olduğu için oldukça zor, hatta imkansız...Tek seçenek havayolu pilotluğu olarak görülüyor...Aslında bu yazıda anlatılacak o kadar çok şey, eleştirilecek o kadar çok konu var ki, hepsini yazsam kitap olur!


Ben küçük Kiwi'nin videosunu ne zaman izlesem hem hüzünlenir, hem de uçma aşkına bir kez daha hayran olurum. Belki benim içimde de bir ufak Kiwi olmasındandır, bilinmez...Bunları neden mi yazdım? Çünkü burası Yasaksız Hava Sahası ve kimse benim hayallerime gem vuramaz! Benim havacılıkla olan ilişkim bitti sanıyorsanız da beni hiç tanımamışsınız demektir... ;)

28 Ekim 2011 Cuma

Markaların Facebook ve Twitter Hesapları Nasıl Yönetilmeli?

Hepinize merhaba,
Sosyal medya son zamanlarda markaların parlayan yıldızı. Yapılan kampanya ve çalışmalarla markalar bilinirliklerine ve imajlarına oldukça büyük değerler katabilirken, bu hesapların yanlış kullanılması ise yaşanan acı Van depreminden sonra yanlış bir kampanya ve gelen tepkilere yanlış bir cevap tarzı seçen geçenlerde ayrıntılarıyla incelediğim Onur Air vakası gibi olumsuz sonuçlanmakta. 



Burada markaların unutmaması gereken şey sosyal medya sayesinde bize dergi, televizyon, gazete reklam ve kampanyalarında sundukları tek yönlü iletişimin artık bitmiş olması. Basit bir örnek vermek gerekirse bir otomobil reklamında marka "5.0 lt ortalama yakıt tüketimi varıdır." dediğinde eskiden gazeteye bakıp "Hadi ulen benimki en düşük 6.5 lt yakıyor!" diye kendi kendimize hayıflanırken, şimdi bunu pat diye markanın Facebook sayfasına yorum olarak ekleyebilmemiz. Yani artık markaların hükmeden olduğu iletişim ne yazık ki bitmiştir. Bundan sonra markalar binlerce hayranlarının olumlu/olumsuz sesleri arasında şirket imaıjını hep olumluda tutabilecek tavır ve hareketleri sergilemenin yollarını bulmalı ve bu yolları sürekli geliştirerek rakipleriyle de farkını ortaya koymalıdır. Artık en yüksek ses markaların değil tüketicilerin. Dün oynanacak Beşiktaş - Fenerbahçe maçına sosyal medyada gelen tepkilerden sonra seyirci alınmasını, Van depreminde şirketler üzerinde oluşturulan baskılar neticesinde bölgeye gönderilen acil yardım malzemelerini hep tüketicinin gücü olarak örnekleyebiliriz.

Peki bir tüketici olarak, bir çok markayı sosyal ağlarda takip eden sıradan bir takipçi olarak markalardan Facebook ve Twitter'da neler bekliyorum? Örnekleri vermeye başlamadan hemen bir noktayı en baştan söyleyeyim, Facebook ve Twitter hesaplarının birbirinden farklı yönetilmesini istiyorum. Yani "bağlayalım Twitter'ı Facebook duvarına, birine yazalım ikisinde de çıkıversin..." mantığı beni inanılmaz derecede rahatsız ediyor. Facebook ve Twitter mantık olarak birbirinden bu kadar uzakta iki sosyal mecra iken, koca koca markaların bunlardan sürekli aynı linkleri paylaşmaları, aynı yazıları hem Facebook hem Twitter'da görmem yüzünden çoğu markayı artık tek mecrada takip etmeye başladım. Gelelim bence başarılı Facebook uygulamalarına:


Bence yapılması gereken şeylerden birincisi takipçilerinizin de Facebook duvarınıza yazmasına, fotoğraflar eklemesine izin vermeniz. Bakıyorum bazı firmalar spam mesajlardan çekinerek duvarlarını takipçilerine kapatıyor. Hani iletişimimiz iki yönlü olacaktı? Hani artık rahatça konuşacaktık? Sonuçta burada duvar ilk açıldığında kendi mesajlarınızı gösterip, tıklanırsa misafir mesajlarını gösterme gibi seçenekleriniz varken, sırf tembellikten bunu kapatmanız bence doğru değil. Bakın 35 milyon takipçisi olan Coca Cola'nın Facebook sayfası açıldığında sizi markanın tek yönlü mesajları değil, müşterilerin yazdıkları, yükledikleri fotoğraflar karşılıyor. Sonuçta işi Facebook hesabınızı takip etmek olan insanlar çalıştırıyorsanız, spam'ı engellemek onların işleri olmalı, duvarı kapatmak iletişimi kapatmak gibi. Ben Nokia Türkiye sayfasına N900'ümle çektiğim bir çok fotoğraf yükledim mesela. Unutmayın bazen takipçileriniz, binlerce dolar harcayıp da yaptırdığınızdan daha güzel reklamlarla karşınıza çıkabilirler...


Ben ayrıca takip ettiğin markaların benimle aynı şeyleri yaşadığını, benimle gülüp benimle ağlayabildiğini bilmek istiyorum. Bu yüzden de hain Çukurca saldırısından sonra içim yanarken bu acıyı kimlerin paylaşacağını aradı gözlerim. Ama ne yazık ki birçok firma iki satır taziye mesajını yazmaktan bile acizdi! Nokia Türkiye sayfasında yayınlanan yukarıdaki mesaj ise acımın paylaşıldığını hissettirdi bana...


Aynı zamanda bence Facebook'ta yapılan en büyük hatalardan bir tanesi takipçilerden gelen soru/önerilere cevap vermemek. Sonuçta sizin hizmet veya ürün satmak istediğiniz insanlar karşınızda, sizinle konuşmaya, temasa geçmeye çalışıyorlar ve siz onlara cevap vermiyorsunuz. Aynı insanlar dükkanınıza gelse, "bu cep telefonunun özellikleri nelerdir?" dese de aynı tavrı sergileyebilecek misiniz? Unutmayın marka hayranlığını oluşturmak zor, yıkmak çok kolaydır. Takipçilerine cevap vermeyi bırakın Social Media Examiner gibi takipçileri arasından  "Haftanın takipçisini" seçenlere ise denebilecek tek şey var: BRAVO!



Facebook sayfası yönetimi için "olmazsa olmaz"ımı sona sakladım,bu da fotoğraf ve video paylaşımı. Eğer bir Facebook sayfası yönetiyorsanız, sizi takipçilerinizle en kolay iletişime sokacak şey bir fotoğraf veya video paylaşmaktır. "Bir fotoğraf bin sözcüğe bedeldir!" sözünü unutmayın. Zaten yapılan araştırmalar bu kadar reklam ve pazarlama çabasına rağmen insanların hala eğlenmek için Facebook'ta olduğunu gösteriyor. Yani ben sizin sürekli bana göndereceğiniz reklam/tanıtım linkleri arasında boğulmak istemiyorum. Üstteki fotoğraf gibi sektörünüzle alakalı olan veya sektörünüzle alakalı da olmayabilir, bir fotoğraf, karikatür veya kısa video paylaşıyorsanız benim gözümde "on numara beş yıldız" konumuna yükseliyorsunuz bunu bilesiniz. 

Aslında yazılacak o kadar çok şey, verilecek o kadar çok örnek var ki, hepsini bir bir eklersem bu yazı bitmez:) Ondan biraz da Twitter'dan örnekler vermek istiyorum.

İşte benim için tam bir #fail vaziyeti. Geçen nereden esti bilmiyorum, Vodafone Türkiye twitter hesabına bakmak istedim ki ne göreyim? Tweet'leri gizliymiş. Sanırsın Vodafone twit'leri değil, Nasa iç yazışmaları...Benim bir müşteri olarak görmek isteyeceğim son şey, bana sırtını dönmüş, ancak rica edip talepte bulunursam bana yüzünü dönecek bir Twitter hesabı...Bana sorarsanız neresinden bakarsanız yanlış, bu yüzden hiç uzatmadan geçiyorum.


Şimdi sizlere kendi başıma gelen bir olayı örnek vermek istiyorum. Geçenlerde gittiğim bir film arasında İzmir Cinebonus tuvaletinde çalan şarkıları beğenmedim, ve bunu biraz da komik geldiği için Twitter'ıma yazdım. Ama bunu markaya duyurmak gibi bir niyetim yoktu, zaten çok da zaman harcamadığım bir yer olmadığı için herhangi bir mention veya hast tag kullanmadım. Ama bir süre sonra twit'imi görmüş olacaklar ki bana yukarıdaki cevap geldi. Benim tam da üstüne basmak istediğim şey var burada, duygular! O bir satırlık cümlenin sonundaki üzülen adam benim için çok önemli! 140 karakterle yazdığınız bir ortamda kendinizi ifade etmek çok zordur, ama o 2 karakterlik işaretler işe duygu katar! Bu hesapları insanların yönettiğini biliyoruz, bize cevap Cinebonus'un sinema duvarlarından, perdesinden gelmiyor, yine bir insandan geliyor. Bu yüzden karşımızda neşelenen, üzülen birilerini görmek istiyoruz. Bazı şirketler "kurumsal imaj" kaygısıyla ":)" ":(" gibi karakterleri yazılarında kullanmak istemiyorlar fakat bence asıl samimiyeti katan bunlar. Aynı cümle "kontrol edelim listemizi." şeklinde olsaydı sizde üstteki havayı yaratır mıydı?

Alın bir de gülen adam örneği. Bu iki Twit de bence oldukça sıcak ve içten. Çekinmeyin markalar, gülün, üzülün, bu sizi küçültmez tam tersine daha çok "bizden" yapar. ;)


Son örneğimi Türkiye'nin sosyal medya konusundaki en başarılı iki haber sitesi üzerinden vermek istiyorum. Herhangi bir tarafı tuttuğum imajı oluşmaması için ikisini yan yana ekledim. Bize bütün gün "Twitter'da başarının 5 sırrı", "Markalar Twitter'ı nasıl kullanmalı?" gibi haberler veren bu iki güzide sitemizin Twitter iletileri neredeyse sadece haber linklerinden oluşuyor. Bence eğer Facebook ve Twitter'ı iyi kullanmak konusunda birilerinden örnekler verecek olsaydık bunların SosyalMedya.CO ve Webrazzi olması gerekirdi ama Twitter hesapları sadece "seeding" için varmış imajı yaratmanın ötesine gidemiyor ne yazık ki...Bir ara SMCO haberi yayınlanmayan kısa gelişmeleri #smco140 etiketityle veriyordu ama artık buna da denk gelmiyorum. Yani Twitter ve Facebook hesaplarının birbirinden ayrı yönetilmesinin yanında, bu hesapların sadece birşeylerin yayılması amacıyla kullanılmaması gerekiyor kanımca...

Toplayacak olursak benimle konuş marka, seninle konuşmama izin ver. Benimle üzül, sevin, acımı paylaş, sevincime ortak ol, korkma bunlardan sana zarar gelmez, kurumsal imajın zedelenmez. Benimle fotoğraflar, videolar paylaşırken illa sektörel olmasını umursama marka, Facebook dediğin nedir ki zaten eğlence için oradayız. :) İletişime açık ol marka, orada beni haşlamak için değil, benimle ortak yolu bulmak için var olduğunu, ben olmazsam aslında bir "HİÇ" olduğunu asla unutma...

27 Ekim 2011 Perşembe

Van Depremine Yardım İçin Neler Yapabilirsiniz?



Van Depremi'ne duyarlılık gösteren ve zor durumda olan depremzedelere yardım elini uzatmak isteyen vatandaşlarımız için bir liste hazırladık. Aşağıdaki kanallardan dilediğinizi seçerek yardımlarınızı en kolay şekilde Van'a ulaştırabilirsiniz:

1. KIZILAY
2868'e tüm operatörlerden boş bir SMS göndererek Kızılay'a 5 TL bağışta bulunabilirsiniz.

Ayrıca havale yoluyla destek olmak isteyenler, tüm bankalardaki "Türk Kızılayı" hesaplarından bağış yapabilir. Ayni bağışlar Türk Kızılayı lojistik merkezleri ve şubeleri tarafından kabul edilecektir. Tüm Kızılay şubelerinin iletişim numaralarını buradan öğrenebilirsiniz.

2. AKUT
Tüm GSM operatörlerinden 2930'a göndereceğiniz AKUT yazan bir SMS ile AKUT'a 5 TL bağışta bulunabilirsiniz.

Kredi kartını kullanarak internet üzerinden bağış yapmak isteyen vatandaşlarımız CardFinans ya da diğer banka kartlarını kullanarak bağışta bulunabilirler.

Havale/EFT için Banka Hesap Numaraları;
T. İş Bankası - Gayrettepe Şubesi - TR14 0006 4000 0011 0800 6666 63
Finansbank - Gayrettepe Şubesi - TR92 0011 1000 0000 0001 9576 70
Garanti Bankası - Ortaklar Cad. Şubesi - TR26 0006 2000 3570 0000 0029 30

3. BAŞBAKANLIK YARDIM KAMPANYASI
Başbakanlık tarafından Van’da yaşanan deprem nedeniyle başlatılan yardım kampanyası çerçevesinde saptanan banka hesap numaralarına buradan ulaşabilirsiniz.

4. KARGO FİRMALARI
Yurtiçi Kargo, PTT Kargo, MNG Kargo ve Aras Kargo yardım gönderilerini ücretsiz olarak ihtiyaç sahiplerine ulaştırmaktadır.

5. HÜRRİYET EVLERİ
Deprem sonrası yaralarını sarmaya çalışan ve kış öncesinde evsiz kalan Van için Hürriyet Gazetesi de büyük bir seferberlik başlattı. Hürriyet, Van’da kış koşullarına dayanıklı, mutfak, banyo ve tuvaleti olan "Hürriyet Evleri" kuracak. Kızılay işbirliğinde başlatılan kampanya ile her biri 6 bin liraya kurulacak evler, evsiz kalan vatandaşlara sıcak bir yuva olacak.

Van Depremi - Hürriyet Gazetesi Bağış Hesapları
T. İş Bankası Mithatpaşa Şubesi
4228 - 0971947 / IBAN TR370006400000142280971947
T.C. Ziraat Bankası Kızılay Şubesi
Hesap No 685-2868-5189 / IBAN TR060001000685000028685189
Garanti Bankası Kızılay Şubesi
Hesap adı: Van Depremi - Hürriyet
Şube: 082 Hesap No: 6294703 / IBAN TR72 0006 2000 0820 0006 2947 03

Yapacağınız ufak bir yardım zor durumdaki bir çok insanı hayata bağlayan bir umut olacaktır. Mesajımızın ulaştığı herkesi, deprem bölgesinde yardıma ihtiyacı olan vatandaşlarımıza yardım etmeye davet ediyoruz.


Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

25 Ekim 2011 Salı

Onur Air Vakası ve Sosyal Medya Yönetimi

25 Ekim 2011 günü sanıyorum hem bir şirket için hem de bundan sonra geçen günlerde tanıtımı yaptıklarım gibi  Kurumsal Sosyal Sorumluluk ve Kaos Yönetimi konularında kitaplar yazacaklar için oldukça ilginç bir vakaya neden oldu, Onur Air vakası. Şirket Van'da yaşanan  deprem faciasından sonra yapacağı bağışlardan "maksimum faydayı" çıkarmaya çalışınca kelimenin tam anlamıyla çuvalladı ve nefret edilen marka konumuna düştü. Bunların hepsi çok ama çok kısa zamanda oldu. Zaten kaos da budur, çok hızlı gelişir ve yanlış ellerde sadece ve sadece felaketle sonuçlanır...

Gelin olayların nasıl geliştiğine birlikte bakalım...


Aslında herşey normal başladı. Onur Air de diğer birçok şirket gibi kurumsal Facebook hesabından yaşanan depremle ilgili üzüntüsünü paylaştı. Buraya kadar herşey oldukça güzel ilerliyordu, birçok takipçisi bu durumu beğenmiş, altına teşekkür yorumları yazmıştı. 

Sonra birden Onur Air hem yardım yapıp, hem de şehit haberlerinden sonra "Bu vatan bölünmez, bu bayrak dalgalanacak, sayfamızı beğen!" yazanlar gibi olaydan uzun vadede yararlanmanın peşine düştü. Kafada ampuller yanınca da aşağıdaki Facebook notu ortaya çıktı.


Aslında yazının girişi kabul edilebilir standartlardaydı. 220.000 takipçisi olan Onur Air, ki bunların büyük çoğunluğu  yaklaşık yarım saat içinde markadan nefret eder hale geldi, her takipçisi için 0.5 TL (yani 50 kuruş...) yardım planladığını ve 110.000 TL'nin 55.000 TL'sini Kızılay'a, 55.000 TL'sini de Mehmetçik Vakfı'na bağışlayacağını duyurdu. Tam "ne güzel!" derken ikinci paragrafı okuyunca şok oldum! Ve silinebileceğini düşünerek hemen yukarıdaki ekran görüntüsünü kaydettim.

Onur Air resmen sayfasını beğenmesini sağlayacağımız her arkadaşımız için 50 kuruş daha bağış yapacağını söylüyordu! Böyle vahim bir durumda, bütün markalar kamyon kamyon bağışlar yaparken, aradan bir firmanın bağış yapmak için resmen bizimle pazarlığa oturması, Facebook sayfasına takipçi sağlamak gibi basit bir hesaba düşmesi beni inanılmaz derecede şaşırttı. Sosyal medyayı sürekli şirketlere "Facebook sayfanıza bu kadar takipçi çekeriz, twitter'da şu kadar takipçiniz olur" diye tanıtan, basit ajansların iş yaptığı bir piyasada normal gibi görünse de aslında sizi takip edenler sizinle iletişim halinde değilse aslında sizi kaç kişinin takip ettiğinin hiç bir önemi yoktur! Ben bunu defalarca söyledim ama "hala" başarıyı sayıda arayan, "şu kadar takipçiye ulaştık" diye sevinen ajans, site ve markalar var ne yazık ki...Bakıyorsun "skor kaygısı" öne çıkınca sahte hesapla kendi kendini takip eden de var, eşine dostuna "ricayla/parayla" retweet yaptıran da...Tabi ki olay sosyal medyada ışık hızında yayılır gibi yayıldı. Onur Air sadece bağış yapıp bunu duyursa bile zaten takipçi sayısı artacaktı, böyle bir pazarlığın hiç ama hiç alemi yoktu...


Tepkiler o kadar büyük ve sertti ki, şirket ve sosyal medya hesaplarını yöneten ajans tam anlamıyla kaos içinde kalmışlardı. "Kesin burada bir hata vardır, bu işi kısa zamanda düzeltirler." derken kaos yönetilemedi, ilk sinirle hesap "anlayışsız takipçilere" kesildi ve görünce ağzımın açık kaldığı aşağıdaki açıklama geldi.


Açıklamada amacı destek olan kampanyanın bunu anlayamayan takipçiler nedeniyle sona erdirildiği yazıyordu! En sonda da "yanlış anlamayan takipçilerden, yanlış anlamalar için özür dileniyordu." İşte bir firmanın aylar, yıllar boyunca kurduğu itibarının nasıl bir anda tuzla buz olduğunun açık göstergesi. Yapılan çok basit bir "hesap" yüzünden firma 220.000 takipçisinin üstüne koyamadığı gibi gözünden de düştü. Ben de dayanamayarak aşağıdaki iletiyi yazdım.


Onur Air ilk yazdığı hesapçı iletinin arkasından özür dileyip yanlış anlaşıldığını, bundan sonra her 6 ayda/1 yılda bir sayfasındaki hayran sayısını baz alarak Kızılay veya başka bir kuruma düzenli bağış yapacağını açıklasaydı bu olay 2 günde unutulur giderdi. Ama hem ülkenin en acılı günlerinden birinde fırsatçılık yapıp, hem de üstüne tepki gösterenleri "bunlar yardımdan ne anlar!" mantığıyla aşağılayınca bir anda dünya çapında #TT (Twitter'da trending topic) olacak kadar öfke seline battı. Ben eminim ki bu vaka ekran görüntüleri ve incelemeleriyle birlikte ileride yazılacak yerli ve yabancı kurumsal sosyal sorumluluk, itibar yönetimi ve kaos yönetimi kitaplarına girecektir. 

İşte burada şirketin ve hesabı yöneten ajansın kaos yönetiminden ne kadar uzakta olduğunu anlıyoruz. Bu hesapları insanlar yönetiyor ve insanlar hata yapar. Bu normaldir. Ve özellikle Türk toplumu gibi duygusal kısmı ağır basan tüketiciler hatasından dolayı özür dileyen ve telafi çabası içinde olan bir şirket karşısında çabuk "yumuşar". Burada yapılan en büyük hatalardan birisi de ilk iletinin altına gelen tepki yorumlarının silinmesiydi. Bu hareket en az yazılan yazı kadar yanlıştı. Çünkü insanlar sosyal medyanın "karşılıklı iletişim" özelliği nedeniyle firmaların hesaplarını takip ediyorlar. Aldıkları bir üründen veya hizmetten sevinince onlara teşekkür ediyorlar, memnun kalmadıklarında şikayet ediyorlar. Burada Onur Air'in yapması gereken şey hemen hesapların başına yetkili birisini otutturmak, ılımlı ve yanlış yaptıklarını kabul eden tarzda cevaplarla yazılan eleştirilere cevap vermekti, onları silmek değil...Yazdıkları yorumlar silinenler iyice çıldırdılar ve bu sefer olayı Twitter iletilerine daha fazla taşımaya başladılar. Tabi ki şirketin bunları silme hakkı olmadığı için kartopu çığa dönüştü. 

Onur Air, karşısında cevap verip, tatmin edip konuyu kapatabileceği bir topluluğu baştan sonra yanlış hareketlerle delirterek, firmadan nefret eden ve bunu bütün takipçilerine haykıran bir topluluğa dönüştürdü. İşler güllük gülistanlıkken herşey güzeldir, takipçilerinize avantajlı fiyatlarınızı söylersiniz, uçulan rotalardan güzel fotoğraflar koyarsınız, size kızan takipçilerinizi memnun eder ve "şu kadar bin takipçimiz oldu." diye sağda solda övünür durursunuz. Fakat işler ters gidebilir. Kaostan kaçamazsınız, unutmayın en iyi kaptan dalgalı denizde belli olur! Kaotik bir duruma düştüğünüzde yapabileceğiniz tek şey hatalı olduğunuzu bilerek müşterilerinizin karşısına çıkmak, onlardan özür dilemek, sinirli ve ağır telkinlerine bile ılımlı cevaplar yazmaktır. Eğer bugün Onur Air dekont fotoğrafının altına yazdıklarının yerine hata yaptıklarını kabul eden, takipçilerinden özür dileyen bir ileti girseydi, emin olun ki konuşmaların büyük çoğunluğu "Onur Air bugün çok kötü bir fırsatçılık yapmaya çalıştı AMA HATALARINI ÇABUK ANLADILAR VE TELAFİ ETTİLER, HELAL OLSUN!" şeklinde olacaktı. Tahmin ettiğiniz gibi şuan ne ilk nota, ne de sonradan asıl tepkiyi çeken dekontlu fırça girişine ulaşılamıyor. 


En başta gelmesi gereken mesaj en son gelince bütün anlamını yitirdi. Şuan sayfada bulunan mesajda takipçiler "kıt olmakla" suçlanmıyor. Sadece kampanyanın sona erdirildiği ve özür dilendiği söyleniyor. Acı ama artık çok geç Onur Air...Keşke kaosunu yönetebilseydin...

21 Ekim 2011 Cuma

Sosyal Medya, Dijital Pazarlama, Satın Alma Psikolojileri ve Marka/İtibar Yönetimi Üzerine Kitap Tavsiyeleri -3

Tekrar merhabalar,
Şuan MediaCat Yayınları'ndan çıkan Philip Kotler'in Kurumsal Sosyal Sorumluluk kitabını tanıtacağım bu satırları okuyorsanız tahminen bu yazı serimin birincisi olan Philip Kotler'in Kaos Yönetimi ve ikincisi olan Jeff Jarvis'in Google Olsa Ne Yapardı? kitaplarını tanıttığım kısımlarını okuduğunuzu varsayıyorum. Eğer okumadıysanız onları da okumanızı tavsiye ederim. :)



Kitabın sonuç kısmına gelmeden hemen şunu belirteyim, inanın sonucu yazacak kadar bile beklemek istemiyorum, bu kitap bir başucu eseri, bir başyapıt! Özellikle ülkemizdeki şirketlerin oldukça zayıf oldukları Kurumsal Sosyal Sorumluluk konusunda "Nedir? Nasıl Yapılmalıdır? Başarılı örnekleri nelerdir?" sorularının cevaplarını bir bir veren başarılı bir eserle karşı karşıyayız.

Kitabın birinci kısmında Kotler KSS(Kurumsal Sosyal Sorumluluk) tanımını "İsteğe bağlı iş uygulamaları ve kurumsal kaynakların katkıları aracılığıyla toplumun refahını iyileştirmek için üstlenilen bir yükümlülüktür." olarak yapıyor ve burada en önemli kısmın "isteğe bağlı" kelimeleriyle açıklandığını söylüyor. Ve değişik kişi ve kurumların KSS tanımlarını vererek devam ediyor. Bu kısımda dikkati çeken tespitlerden bir diğeri de iyi bir şirketin mükemmel ürünler sunması fakat büyük bir şirketin bunun yanında dünyayı daha iyi bir yer yapmak için çalışması olarak karşımıza çıkıyor. 

Kitabın giriş kısmında gelecek kısımların alt yapısı oluşturulduğundan oldukça güzel tespitler devam ediyor. Burada hedef kitlenin kim olması gerektiği yapılan araştırmalar sonucunda "yıllık 30.000 dolardan fazla geliri olan, yüksek eğitim düzeyinde kişiler" hedef kitle ortaya çıkıyor. Kotler'in fırmalara verdiği birinci öğüt "Nakit katkı yaparız olur biter!" mantığının ötesine geçmeleri. Aynı zamanda modern tüketicinin ürünlerin fiyat ve kalitesi kadar marka kişiliği ve imajının duygusal ve psikolojik yanları gibi pratik konuların ötesine gittikleri iddia ediliyor ve artık Maslov'un ihtiyaçlar hiyerarşisinde "Kendini gerçekleştirme" aşamasında bulundukları tespiti yapılıyor.

Aynı zamanda buradaki en büyük tespitlerden bir tanesi eskiden firmaların "yanlış anlaşılacağı" korkusuyla kendi satış konularından uzak konularda KSS üzerine gittikleri. Kotler bu yaklaşımın yanlış olduğunu, firmaların ana faaliyet konularını ilgilendiren KSS projelerine eğilmeleri gerektiğini savunuyor ve Starbucks, Body Shop gibi şirketlerden örnekler vererek bu tezini destekliyor.  Yapılan araştırmalar "KSS projelerinin satışlarda ve pazar payında artışa neden olduğunu, marka konumunu güçlendirdiğini, güçlü kurum imajı ve etkisi yarattığını, çalışanları çekme, heveslendirme, elde tutma becerisini arttırdığını, işletme maliyetlerini azalttığını ve yatırımcılara/ mali uzmanlara karşı cazibeyi arttırdığını ortaya koymaktadır." deniyor ki bence çok önemli bir tespit.

Burada karşımıza çıkan bir sıkıntı ise KSS projelerinin kar amacı güden şirketlere uzun vadede katkısını "belgelemek" oluyor. Kotler şirketlerin de kar amacı gütmeyen kurumların da bu konuyu belgelemekte sıkıntı yaşadığını ve bunun normal olduğunu söylüyor. 


Kotler kitabın ilerleyen bölümlerinde şirketlere hayır işlemek için 6 yol gösteriyor ve bunları:

1- Sosyal Amaç Teşvikleri
2-Sosyal Amaç Bağlantılı Pazarlama
3-Kurumsal Sosyal Pazarlama
4-Kurumsal Hayırseverlik
5-Toplum Gönüllülüğü
6-Sosyal Açıdan Sorumluluk Taşıyan İş Uygulamaları olarak listeliyor. Her birinin ne anlama geldiğini açıklıyor ve bu yolu seçmiş bir şirketi ve projesini örnek olarak gösteriyor.

Üçüncü bölüme geçtiğimizdeyse yazar başarılı kampanyaların ortak özelliklerini cesaretlendirici mesajlar geliştirerek, ikna edici uygulama unsurları yaratarak ve uzman medya kanallarını seçerek etkili iletişim ilkelerini kullanmak olarak belirtiyor.(s. 51)

Burada hayvan testlerine karşı yürüttüğü kampanya ile başarı sağlayan The Body Shop'un başarı sırları veriliyor. Konunun enine boyuna incelendiği maddeler arasında bence en önemlisi "konu seçimi yapıldıktan sonra byu konuyu tüm kalbinizle sahiplenin" maddesi.  Bölüm sonunda "sosyal amaç teşvik planlarını geliştirirken kampanyayı ürününüze bağlamaya dikkat edin, ortaklıklar geliştirin ve markanızı görünürlük ile bütünleştirin ve bunu garantileyin ve sonuçları takip etmek ve ölçme için bir yol bulun." Buradaki son cümle kitabın başındaki "KSS projelerinin kuruma katkısının ölçülmesinin zor olduğu" cümlesiyle tezat olmuş diye düşünüyorum.


Dördüncü Bölüm'de ise sosyal amaç bağlantılı pazarlama stratejileri bunları uygulayan şirketlerin ayrıntılı örnekleriyle açıklanmış. Sosyal Amaç Bağlantılı pazarlamayı  kısaca bir kurumun özel bir sosyal amaç için ürün satışlarına dayalı gelirlerinin bir kısmını bağışlaması olarak açıklayabiliriz. Burada genelde seçilen yöntem bu amaç için özel üretilmiş, belirli bir zaman dönemi için ve belirlenmiş bir hayır işi için ürün sunmak olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna örnek olarak ülkemizde Prima'nın bir dönem sattığı belirli bir bez grubundan "yenidoğan tetanozu aşısı" için bağış yapılmasını gösterebiliriz. Burada paylaşılan çok önemli bir araştırma sonucu var ki, araştırma KSS konusunun şimdiki kadar önemsenmediği 1999 yılında yapılmış olsa bile, fiyat ve kalite eşit olduğu zaman alım tercihlerinin üçte iki oranında iyi bir sosyal amaçla birleşmiş yana firmalardan yana olduğu. S.82) Bence 2012'ye sayılar günler kalmışken bu oran çok daha üstlere çıkmıştır. Bölümün devamında potansiyel kurum çıkarları ayrıntılı şekilde açıklanmış ve her birini başarmış firmalardan örnekler verilerek konu oldukça pekiştirilmiş. 

Beşinci bölümde Sosyal Pazarlama anlatılmaktadır ve Philip Kotler ile Gerald Zaltman bu kavramı 25 yıldan uzun zaman önce ayrı bir dal olarak öne sürmüşlerdir. Tanım olarak da "pazarlama ilkelerinin ve tekniklerinin bireylerin, grupların ya da bütün olarak toplumun yararına bir davranışı, hedef bir kitlenin gönüllü olarak kabul etmesi, reddetmesi, değiştirmesi ya da bırakmasını etkilemek için kullanımı." nı kullanmışlardır.

Burada gelen en büyük öğütlerden bir tanesi "sosyal pazarlama kampanyalarını sizin işiniz olarak görmeyenlerden gelen eleştirilere hazırlıklı olun." cümlesi. Ve bu konudaki örnek ve tavsiyelerle bölüm devam ediyor. 


Altıncı bölümde kurumsal hayırseverlik inceleniyor bu konuda şirketin kullanabileceği nakit bağışlar tedarik etmek, hibeler vermek gibi tipik programların hepsine örnekler verilerek açıklanmış. "Girişimin en güçlü yönleri olarak kurum şöhretini ve iyi niyeti kurmak, hevesli bir iş gücünü çekmek ve korumak; özellikle yerel toplumlarda toplumsal konular üzerinde etki bırakmak ve mevcut kurum sosyal girişimlerine kaldıraç görevi yapmaktır." denerek konu özetlenmiş. (s. 169)

Yedinci bölümde toplum gönüllülüğü konusu işlenmiş. Burada en basit örnek olarak şirketlerin çalışanlarına her ayda belirli miktarda ücretli izin vererek çalışanın istediği bir toplum gönüllülüğü projesine katılımını desteklemesi olarak gösterilmiş. Burada şirket personelin maaşını ödediği halde iş gücü kaybını proje için bağışlamakta, toplum faydasına bir işe bireysel olarak yardım eden çalışan hem kendisiyle gurur duymakta, hem de şirketini daha çok sevmektedir. Burada şirketlere en büyük öğüt ise toplumsal çaba gösteren personellerini mutlaka takdir etmeleri ve varsa şirket içi ve dışı yayınlarda, tanıtımlarda bu tip çalışanlara yer verilmesi.

Sekizinci bölümde sosyal açıdan sorumluluk taşıyan iş uygulamaları anlatılmaka. Bunu kısaca sürdürülebilir tarıma yatırıma yöneltme, atık kontrolü, yasak olmayan fakat zararı tespit edilen ürünleri gönüllü olarak satıştan kaldırma gibi açıklayabiliriz. Bu tip konularda da sürekli "hayır için mi yoksa kar için mi?" sorusunun sorulacağını ve verilen sözlerin müşteriler tarafından takip edileceğini belirten Kotler, "çalışmalarınızın sonucunu bekliyor olacaklar." diyor.

Dokuzuncu bölümde şirketlerin KSS konularında başarılı olduğu 25 uygulama tek tek tanıtılıyor. Bu bölüm adeta kitabın özeti niteliğinde ve sanırım okurken en çok ilginizi çekecek bölümlerin başında geliyor. 

Onuncu bölüm ise Kurum desteği arayanlar için 10 tavsiyeyi içeriyor. Bu bölüm de yine oldukça güzel hazırlanmış ve net örneklerle şüpheye mahal vermiyor. Burada "en azından şirket için olduğu kadar sosyal amaç için de en iyisini sağlayacak bir program geliştirme niyetine odaklı olun" denerek kitap sonuca bağlanıyor.

Benim okurken en çok altını çizdiğim, kenarlarına en çok not aldığım kitap bu oldu sanırım. Okurken sıkıcı veya gereksiz bulacağınız peş peşe 3 sayfa yok gibi. Bu kadar uzun bir tanıtım yapmış olmama rağmen sanki kitabın hiçbir şeyini anlatmamış gibi hissetmem de bundan kaynaklanıyor sanırım. Philip Kotler'in neredeyse bütün kitaplarını okudum fakat bu kitabı kendi kitapları arasında bile tek geçerim! Oldukça güzel açıklanmış, sayısız örnekle renklendirilmiş bu kitabı hem bilinçli bir tüketici açısından hem de çalıştığınız/yönettiğiniz şirket açısından mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Unutmayın bu dünya hepimizin ve bu dünyayı daha güzel ve yaşanılır kılan şirketlerin kılmayanlardan ayrılması kadar doğal bir şey olmamalı...

Eğer kitap ilginizi çektiyse BURADAN satın alabilirsiniz. İyi okumalar!







20 Ekim 2011 Perşembe

Sosyal Medya, Dijital Pazarlama, Satın Alma Psikolojileri ve Marka/İtibar Yönetimi Üzerine Kitap Tavsiyeleri -2

Hepinize tekrar merhaba,

Geçen yazımda başladığım kitap tavsiyelerine devam ediyorum. İşin aslı şu anda canım zerre yazı yazmak istemiyor. Çukurca'da yaşanan olayın acısı bu kadar tazeyken böyle bir yazıya gerek var mı onu da bilmiyorum fakat ileriki günlerde yoğunlaşacak programımdan ötürü yazı serisini devam ettirmekte sıkıntı çekebilirim. Bu yüzden fırsat varken mümkün olduğunca çok kitap tanıtmak istiyorum. Bir kişi fazladan bir kitap okusa kardır diyorum ve başlıyorum...


Kitabımız MediaCat Yayınevi'nin yayınladığı Jeff Jarvis'in Google Olsa Ne Yapardı? kitabı. Yeni ticaret dönemini Google, Amazon, Facebook gibi şirketler üzerinden yorumlayan Jarvis ünlü blog buzzmachine.com'un da sahibi. Jeff Jarvis kitapta olaya sadece ticaret veya internet gözünden bakmıyor, günlük hayatta karşılaşabileceğimiz bütün sorunlar karşısında Google mantığında insan/şirketlerin nasıl tepki vereceğini irdeliyor. 

Kitabın başlarında yazar Google'ın mantığını "Kullanıcıya odaklan, gerisi gelecektir..." olarak veriyor. Ve "eski tip medya şirketi" olarak Yahoo'yu gösterirken, Google'ı "kullanıcıların yapmaya çalıştığı herşeyde onlara yardımcı olan yeni tip medya şirketi" olarak gösteriyor. Kitabın özü ise sürekli Google'ı taklit etmeye çalışmak yerine onu başarılı kılan mantığı kavramak ve tüm hayatımızda yeni ve başarılı bir bakış açısı geliştirmek olarak ortaya çıkıyor. 

Burada aslında bir tezat var. Kitabında sürekli linkler vermekten, bedava hizmetler sunmaktan, "küçük yeni büyüktür!" diyen Jarvis'in kitabı neden basılı formda sunduğu? Bunun cevabını ise "Öncelikli olarak kabul ediyorum ki ikiyüzlüyüm. Bu kitabı mümkün olabilen en dijital, araştırılabilir ve link verilebilir şekilde yapamadım çünkü yayıncıdan avans ve başka hizmetler almıştım. Takdir edersiniz ki benim de yemek yemem lazım ve bu fırsatı kaçıramazdım. Ancak kitabım, bloğumda umduğumdan çok daha "Google-ca" oldu. Blogumdaki en mükemmel şey ise, okuyucularımın büyüleyici cömertliği ve zorlamalarıyla bilgi eksikliklerimi kapatmaları oldu. " olarak veriyor. (Kaynak)

Kitabın hemen başlarında ilk ve en önemli derslerden birisini "Şirketler kontrolü müşterilerine verdiklerinde daha güçlü olacaklarını öğrenmelidirler. Kontrolü bize verin, onu kullanalım ve karlı çıkan siz olun." olarak açıklıyor. ( S.22) Devamında ise linklerin önemine değiniyor ve değişik örneklerle linklerin aslında mevcut ortamın gelişmesinde nasıl işe yaradığına dikkat çekiyor. Burada verdiği örnekte Google Adwords üzerinden ilerliyor. Ve kilit cümle olarak "En iyi yaptığınız şeyi yapın, kalanını linklere bırakın." diyor.


Web 2.0'ın büyüme metodunu ise pazarlamayı çok da umursamayarak kullanıcılara anlatabilecekleri, benzersiz bir kullanıcı deneyimi yaşatmak olarak açıklıyor. Ve "aranabilirlik" ile "bulunabilirliği" eşleştiriyor. Yazara göre artık ciddi internet siteleri bile haber dahil bütün yazılarını yazarken arama motorlarında bulunabilirliği göz önünde bulunduruyorlar. Örnek olarak NY Times'ın basılı versiyonunda bir kitapla ilgili başlığın farklı olabileceğini fakat internet versiyonunda yazı başlığında kitabın hem adının hem de yazarının geçmesinin bunlardan herhangi birini Google gibi arama motorlarında arayanlar için "bulunabilirlik" sağlayacağını gösteriyor. Aynı zamanda müşterilerinizin sizin reklam ajansınız olduğunu savunuyor ve "Müşterileriniz sizi arkadaşlarınıza tavsiye ettiğinde onlara reklam yapmanıza gerek kalmaz." diyor. (s66) Google'ı da başarılı servislerinin kulaktan kulağa yayılması nedeniyle "Pazarlama yapmadan en hızlı büyüyen şirket" olarak ilan ediyor. Dell ile yaşadığı sorunları örnek vererek "Müşterileri dinlemek, yapabileceğiniz en mükemmel pazarlama şeklidir." örneğiyle konuyu kapatıyor.

Yazar devamında kıtlık ekonomisinden bolluk ekonomisine geçtiğimizi ve artık herhangi bir ürünün mutlaka alıcısının olacağını iddia ediyor. Seth Godin'in blogunda dediği gibi "Küçülün fakat büyük düşünün!" tezini destekliyor.


Jarvis 2007 yılında gelirleri oldukça düşen NY Times'ın internet gazetesini paralıdan bedavaya çevirmesini örnek gösteriyor. Gazetenin bu yolla daha çok kullanıcıya ulaştığını, onlara gösterdiği reklamlardan daha çok gelir elde ettiğini, daha fazla link alarak daha fazla trafiğe ulaştığını ve yazarların ödeme duvarının kalkmasıyla okurlarıyla daha fazla haşır neşir olabildiğini belirtiyor. Aynı zamanda hatalar yapmaktan çekinmemek gerektiğini, önemli olanın hatasız, mükemmel başlangıçlar olmadığını, karşılaşılan hataların düzeltilmesi gerektiğini ifade eden Jarvis, "Eğer hatalarınızı düzeltirseniz, müşterileriniz onları unutur ve gösterdiğiniz gelişmeden dolayı size saygı duyarlar." diyerek bu konuyu netleştiriyor.

Devamında Google'ın yaptığı işler için mutlaka akıllı, kalifiye elemanlar bulması anlatılıyor. Google haritalar işine girdiğinde, iş için ihtiyaç duyduğu mühendisleri Avustralya'dan bulmuş. Aynı şekilde şirkette çalışanlar etraflarındaki diğer çalışanların da yüksek kapasiteli, yaratıcı insanlar olduklarını bildiklerinden daha sıkı çalışıyorlarmış ve işlerini seviyorlarmış.

Kitap Dünyaya Google Hakim olsaydı kısmıyla devam ediyor. Burada da mevcut sistemleri Google kullansa günümüzdeki gazete, kitap vb sektörlerin nasıl olabileceği ele alınıyor. Asıl vurucu kısım ise Google mantığıyla reklamcılıkta karşımıza çıkıyor. Yazara göre Google'ın en çok değiştirdiği sektörlerden birisi reklamcılık.  Bunu da "Google bunu, büyük reklamverenlerden evel küçüklere, "reklam yapmayı hiç düşünmemiş, herhangi bir ajansa sahip olmayan insanlara" hizmet edecek bir pazaryeri kurarak yaptı. Onların reklam konusunda herhangi bir kuralı yoktu, dolayısıyla Google'ın kendi kurallarıyla oynamaya hazırdılar." (s. 192) Ve hemen sözü müşteri hizmetlerine getirerek bu konuya yatırım yapılmasını öneriyor. Ve devamında müşterilerden tavsiyeler alınabilecek sosyal ortamlara odaklanmalarını istiyor. "Şirketinizin ana hedefi insanların seveceği bir ürün üretmek olmalıdır." tezini sunuyor. Ve markanızın sorumluluğunu müşterilerinize verin diyerek konuyu bitiriyor. 



Yazar kitabın kalan kısımlarında ise perakendicilik, imalat, kamu gibi konularda dünyaya Google'ın hakim olsa hayatımızın nasıl olabileceğini işliyor. Belirtmeden geçmemek gerekir, kitapta Wired yazarı Chris Anderson'ın Uzun Kuyruk teorisine de bolca değiniliyor. 

Ben kitabı okurken oldukça beğendim. Akıcı bir dili ve basit, anlaşılır örnekleriyle kitapta okuduğunuz neredeyse hiçbir şey havada kalmıyor. Kitabı okurken arkasına sonradan "Google'da araştırmak üzere" Longtail.com - Bubblegeneration.com - Haque new economics of media - James Surowiecki Wisdom of the crowds - Vikinomi - Epicurious.com - Winelibrary.tv - Dawos Toilet(Youtube) ve Prosper.com konularını not almıştım, sizler de kitabı okuduktan sonra tahminen benzer konuları araştırma isteği hissedebilirsiniz. Hepinize iyi okumalar. (Eğer ilginizi çekiyorsa BURADAN kitabı satın alabilirsiniz.)

Eğer hala okumadıysanız, serinin 1. Yazısı BURADA- Kaos Yönetimi