28 Kasım 2010 Pazar

Google Bizi İzliyor!

Hepinize iyi pazarlar:)
Şimdi bu güzel pazar gününde kahvelerimizi yudumlayıp, ne yapsak diye aylak aylak oturken, biraz facebook kurcalıyoruz millet neler yapmış diye, biraz ünlülüre twitter'dan sallıyoruz, kimimiz üye olduğu forumlarda yazılar yazıyor.

Benim malum durumlardan dolayı son zamanlarda "epeyce" boş vaktim olduğundan, sosyal medyanın tüm imkanlarını kullanma ve buradaki çoğu konuda kendimi geliştirme imkanı buldum. Uzun yıllardır çeşitli forumlarda zaten yazılar yazıyordum ama bu son zamanlardaki boşluk, bana twitter, friendfeed, LinkedIn gibi daha önce aktif olarak kullanmadığım platformlarda da bulunma imkanı verdi...

Düşünüyorum, o kadar çok dijital ortamda üyeliğim var ki...Aktif olarak bulunduklarım Facebook, Twitter, Friendfeed, LinkedIn, Hisse.net, Hukuki.net, Dipnot.tv, DonanımHaber, Gezenbilir, Kendi 2 blogum ve nice blog yazarının sayfalarına yaptığım yorumlar, daha az sıklıkla takıldığım Ucuyorum.com, Fotokritik, Pentax Turkey gibi sayfalar derken liste uzayıp gidiyor...Yazdığım sitelerde Recidivist kullanıcı adıyla bulunan adam benim:)


Şimdi "Ne olmuş yani? Biz de buralarda takılıyoruz, fikirlerimizi paylaşıyoruz" dediğinizi duyar gibiyim. Hıh işte bu yazıyı yazma nedenim de tam olarak bu! Buralarda hepimiz sürekli birşeyler paylaşıyoruz, yazıyoruz, kızıyoruz, küfrediyoruz, Sabri ve Guiza ile dalga geçiyoruz(Kim geçmiyor ki:)) ve aslında arkamızda binlerce dijital iz bırakıyoruz..

İşte zat-ı muhterem arama motorları hiç üşenmiyor, arkamızda bıraktığımız bu izleri bir bir topluyor daha kötüsü depoluyor ve her daim kullanıma hazır tutuyor. İşte sıkıntı tam burada başlıyor...

Çünkü geleceğin bir numaralı sektörü bilişim ve internet, bir numaralı işi de sosyal medya uzmanlığı/dijital pazarlama uzmanlığı olacaktır. Bu yüzden de şirketler ciddi bir dönüşüm içinde. Çoğu şirket ya kendi bünyesinde bir "Sosyal Medya" birimi kuruyor, ya da profesyonel olarak bu işle uğraşan ajanslara kendi şirketlerinin sosyal medya kampanyalarını yürütmek için yetki veriyor. Her iki şekilde de ciddi taramalar yapılıyor, şirketlerin isimlerinin geçtiği sayfalar tek tek bulunup, oradaki görüşlerden olumlu ve olumsuz taraflar ayıklanıyor. Ondan sosyal medya organlarında "Nasılolsa bizbizeyiz(!)" diye düşünerek yapacağınız yalan ve iftiralı paylaşımlar, ileride size mahkeme tebligatı olarak dönerse şaşırmayın...

Bu işin bir yüzüydü. BURADA Google Yetkilisi Eric Schmidt beyin dediklerine bakacak olursak, bugün sosyal ağlarda pervasızca "salladığımız" tweet'ler, gönderiler, yorumlar, ileride başımıza ciddi dert olabilecek. Çünkü şirketler artık çalışanları sadece iş yerinde yaptıklarıyla değil, iş yerindeyken iş yerine sosyal ağlara bağlanıp bağlanmadıklarıyla, iş dışında orada paylaştıkları görüşleriyle de değerlendirir ve yargılar oldu...Bu yüzden insanların ileride "İsimlerini değiştirmek zorunda kalabileceğine" değinmesi ise işin ciddiyetini anlamamız açısından yeterli sanırım...Hastayım diye izin alıp, evde Facebook'tan oldukça neşeli yazılar yazan İngiliz kızın işten atıldığını belki hatırlarsınız...



Bugün gençlik ateşiyle "Abi dün ne içtik ulen, resmen Allahımızı kaybettik" veya "Dün öyle şarhoş olmuşum ki arkadaşlarım kıçımı açmışlar ayıkmamışım" gibi övünerek eklediğiniz resimleriniz, ileride yeni bir iş başvurusunda müstakbel insan kaynakları yetkliniz veya patron adayınız tarafından hiç hoş karşılanmayabilir. Unutmayın ki facebook'a eklediğiniz bir resmi silseniz bile link aktiftir, resmin linkini önceden kaydetmiş birisi yazdığı anda sizin "sildiğinizi sandığınız" resminize kolaylıkla erişebilir... 

"Komünistlik parayı  feministlik kocayı buluncaya kadardır(!)" diye bir söz var. Gençlik yıllarında azılı komünist gruplarda eylemlere katılmış, veya tam tersi faşistlik derecesinde eylemlere katılmış ama yaş biraz daha kemale erince durulmuş olsanız da, bugün bunları sağda solda paylaşıyorsanız dijital olarak kimliğinizi temizlemeniz ne yazık ki çok zor. Bu durum o kadar uç noktalara varıyor ki, hisse.net'te zamanında imza olarak kullandığım bir özlü söz bile benimle ilgili kayıt altına alınıyor. Bu sözü sonradan değiştirmiştim, ama bir gün o sözü google'da aramaya yazdığımda, hisse.net'in o tarihte ön belleğe alınan haliyle karşılaşınca şok olmuştum. Anlayacağınız eliniz klavyeye dokunduğu andan itibaren "Söz ağızdan çıkana kadar sizin esirinizdir, ağızdan çıktıktan sonra siz onun esiri olursunuz" lafının dijital haliyle karşı karşıya kalıyoruz demektir.

Tabi şimdi sosyal medya gözünüzde cadı gibi görünmesin, dediğim gibi gelecek burada şekilleniyor ve sosyal medyanın olumlu taraflarını anlatacağım bir yazıyı da ileride paylaşacağım. ;)

İşin kötü tarafı bu konulara ilgilsi olanlar haricinde neredeyse hiç kimse böyle durumlardan haberdar değil. O yüzden bu yazıyı yazma kararı aldım. Siz de arkadaşlarınıza değer veriyorsanız bu yazıyı bulunduğunuz sosyal ortamlarda paylaşarak, belki de ileride başlarına alacakları bir beladan onları kurtarabilirsiniz. Paylaşmak güzeldir, çekinmeyin, paylaşın :)

NOT:
Bu yazı aynı zamanda BURADA dipnot.tv'deki hesabımda da yayınlanmıştır.

Yeni bulduğum bir araştırmayı ekliyorum. Üstüne sağ tıklayıp yeni sekmede aç derseniz büyük halini görebilirsiniz.


Üstteki görselin KAYNAĞI 

25 Kasım 2010 Perşembe

Öğretmenlerimize...

Dün, öğretmenler günüydü...Nasıl ki annemizi koca senede en çok anneler gününde, Atamızı en çok 10 Kasım'da hatırlarız, abartılı tavırlarla gösteriş yaparız ya, öğretmenlerimizi de bugün öyle, o kadar hatrıladık işte...Kısa da olsa bir telefon edince, onlar gerçekten mutlu oldular ama, aslında "bir günlüğüne kahraman" olduklarının onlar da farkında...Nefes filminde Mete Yüzbaşı'nın da dediği gibi, 45 saniyeliğine kahraman oldular aslında...Yarın kimse hatırlamayacak...



Şimdi böyle yaşlı, kelli felli adamlar gibi konuşacağım ama yaşı benden gençler kızmasın, onlarda bizdeki öğretmen sevgi ve saygısını göremiyorum. Bizim farklı bir "öğretmen" resmi vardı kafamızda, şimdikilerin bambaşka. Bazen okul kenarlarından geçerken bakıyorum da, çocuklar o kadar arsız olmuş, o kadar yozlaşmış ki, öğretmen olmak başlı başına marifet olma yolunda. Annem anlattı, geçen aşağıdaki okulun yanından geçerken müdür öğrencilere kızıyormuş "Şimdiye kadar bir sürü arsızlık yaptınız, düzeltmeye çalıştık...Yere, duvarlara terbiyesizce şeyler yazdınız sildik..Şimdi tavanlara yazmaya başladınız, artık sert tedbirler almak zorunda kalacağız!" diye. Buyurun burada öğretmen olun. Eskiden öğretmene "Hocam eti senin kemiği benim" denirdi, şimdi öğretmenler türlü sebeplerle mahkemeye veriliyor. Öğrenciler ders dinleyeceğine gizli kamerayla, cep telefonuyla öğretmeninin etek altı videosunu çekip video sitesine koyma çabası içerisinde...Suratları bir karış makyajla, erkekler bir kutu jöleli saçla derse gidiyor. Kızmayın bana ama çocuklarımız böyle...



Yılmaz Özdil yazmıştı "Çocuğumuzun cebine koyduğumuz telefonun ederi bir öğretmen maaşı, bir telefon kadar maaş alan insandan çocuğumuza iyi bir eğitim vermesini bekliyoruz!" diye, aynen katılıyorum. Öğretmenlerimiz gencecik bedenleri, daha akıllarına bir sürü görüş "fısıldanmadan" doğru düzgün yetiştirebilirlerse, bu ülkeye hiçbir şey olmaz. Çocukların anaları babaları, dizilerden gözlerini ayırıp da analık babalık yapmayı unuttuğundan beri, gençler de boşladı kendini, küçücük yaşlarda dizikolik oldular. Gençlik Dizisi başlığıyla ne kadar arsızlık, yüzsüzlük var, normal saymaya başladılar...Bir düşünün dizileri, Kavak Yelleri, Melekler Korusun, Arka Sıradakiler bilmem ne, ne kadar bize uzak konular sıradanlaştırılıp önlerine "normal"miş gibi kondu. Ondan öğretmenlerimize daha da çok iş düşüyor artık, çoğu çocuk ana-babasından çok onları görüyor çünkü. Minikken beyne ekilen tohumlar, ileride uçsuz bucaksız tarlalar olacaklar...


Hani siz "geç oldu" diye gece kızınızı yeri gelir sinemaya bile göndermek istemezsiniz ya, nice kız valizini toplayıp Van'a, Hakkari'ye, İstanbul'a gidiyor bir başına...Tabi oralara gidebilmesi için önce en az bir senesini tümden silmesi ve yemeyip içmeyip KPSS çalışması gerekiyor. Yani Fizik öğretmenin tarih sorusuna, Türkçe öğretmenin matematik sorusuna nasıl cevap verdiği, gelecek hayatını 180 derece değiştirebilir. Çalışmazsa ne mi olur? Ne olacak, devlet mafya gibi, alır vekil öğretmen diye, yarı fiyatına çalıştırır, sigortandan kısar, yaz oldu mu maaşını keser, utanmaz "Nasılolsa paraya muhtaç(!)" der, hademe niyetine çalıştırır. Kadro eksiktir, Vekil öğretmen 2-3 derse birden girer ama asla atanamaz. Koca ülkede toplamda 150 fizik öğretmeni atanacak diye adamlar sevindirik oldular, çünkü bu rakam rekor, eskiden 3 kişi-5 kişi atanıyordu.



"Yok arkadaş yemişim devletini, ben gider özelde paşa paşa çalışırım" dersen, Türkiye'de yaşadığını çok çabuk unutuyorsun demektir. Dershaneciler de ayrı haydut. 200 lira maaş teklif ederler, azına giderse "Yersen" derler... Dershaneye ne zaman gidilir?Çoğunlukla haftasonu, 200 lira için bütün haftasonunu isterler senden ama hiç yüzleri kızarmaz...Sürünürsün en az 1-2 yıl, adamların vermeye utanmadıkları paralara çalışırsın. Aslında saçma sapan eğitim siteminin yarattığı  yarış atı sektöründe tımarcı oldun haberin yok...

Biz koca şehirlerde yapacak birşeyler bulamayıp sıkılırken, birçoğu Ordu'nun bilmem ne köyünde, Bitlis'in bilmem ne mezrasında çocuklarımızı eğitiyor. Ama biz öğretmenden konuşurken, hemen aklımıza "kışın 15 gün, yazın 2 ay tatili var ama(!)" deriz hep, hiç düşünmeyiz ne zorluklara katlandıklarını, ne kadar az para aldıklarını, sizin evde bir tanesine bakamadığınız çocuklardan kırk tanesine ders anlatmaya çalıştıklarını...

Eş durumundan tayin olamayan kaç tane kadın öğretmen vardı, yıllarca süründüler...Baba bir ilde, anne bir ilde, böyle aile mi olur! Daha yeni yeni il emrine atamalardan vs bahsediliyor.

Bugün üniversite sınavında çoğu öğretmenliğe girmek, bir sürü mühendisliğe vs girmekten daha zor. Ama devlet kendi mezun ettiği adamı, bu kadar da açık kadro varken, yarı fiyatına çalıştırmanın derdinde...Çok sevdiğim bir arkadaşımın KPSS sonrası açık olan okullarına bakarken şunu farkettik, kimsenin gitmek istemediği o ücra köşelerdeki okulların personel listesine bakıyorsunuz, hep gencecik öğretmenler..."Aman atamam yapılsın da, neresi olsa giderim napıyım..." demişler, valizi toplayıp bir bilinmeyene gitmişler...O kadar puanlar alıp da girdikleri bölümleri bitirmek bir kar sağlamadı, sınav da sınav...



Şunu asla unutmayın değerli hocalarımız. Siyasiler iyi yetişmiş bireylerden hoşlanmazlar. Çabuk kandırılacak, söz dinleyen, ürkek bireylerden hoşlanırlar. Kendileri trilyonluk araçlarla gezerken, sizin okulun duvarını boyatacak ödenek bulamamak hoşlarına gider. Ondan siyasi güçlerden yardım beklemeyin, o yardım hiçbir zaman gelmeyecek. Yeri gelecek öğrencilerinizle sırtınızda odun taşıyacaksınız, yeri gelecek ünlülerden kitap desteği için kampanya isteyeceksiniz. Her sene sınav sistemini değiştirerek, öğrencileri allak bullak eden bu adamlar, bu ülkede eğitim sistemini gerçekten düzeltmek istiyor olsalar, bir tarz seçer ve en az 5 yıl o tarzda yetişen öğrencilerin durumunu kontrol ederek karar alırlardı. Sistemler senede bir yenilecek şeyler değildir. Zeitgeist belgeselinde eğitim sisteminin nasıl kasıtlı olarak bozulduğunu açık açık anlatıyorlardı. Ondan işiniz çok zor, bu kadar olumsuzluğa rağmen, biz sizden evlatlarımızı iyi yetiştirmenizi beklemeye devam edeceğiz.

Yazı biraz dağınık oldu farkındayım, daha anlatacaklarımız da vardı belki ama yazıp da yayılanmamaya alışmamak için yazı olarak çok beğenmesem de paylaşmak istedim...Tüm genç öğretmenlerimizin atanması, emektarların da daha iyi koşullarda çalışması dileklerimle..

22 Kasım 2010 Pazartesi

FikriMühim Olmak

Dün çok sevdiğim iki arkadaşımla değişik konularda muhabbet ederken kulaktan kulağa pazarlamanın önemine gönderme yapmıştım ki gezinirken bir blogda turuncu bir rozette "Ben FikriMühimim" yazdığını gördüm. Hemen tıkladım ve beni FikriMühim ana sayfasına götürdü. Nedir bu FikriMühim diyecek olursanız tam olarak kendi tanımlarıyla
"Türkiye’nin ilk ve tek Ağızdan Ağıza Pazarlama / WOMM (Word of Mouth Marketing) ajansı olan FikriMühim; Markaları yönlendirme gücünü bizzat tüketiciye veren bir pazarlama devrimidir."



Ben bu Ağızdan Ağıza veya yıllardır kendi kullandığım şekliyle Kulaktan Kulağa pazarlama konseptine çok inanıyorum. Şimdi şöyle bir düşünün, bazı mekanlar vardır, hep doludur, yer bulamazsınız, günlerce önceden rezervasyon yaptırmanız gerekir. Ama kendi kendinize düşünürsünüz, en küçük bir gazete, dergi, internet ilanları yok. "E nasıl oluyor bu?" derseniz, giden insanların kulaktan kulağa "filanca restorana gittim, muhteşem balık yapıyorlarmış, vallahi dibim düştü" tarzında muhabbetleri şeklinde oluyor efendim:) Zaten ilk blogum olan Sizin İçin Seçtiklerim'de de tam olarak bunu yapmaya çalışıyordum; beğendiğim şeyleri ufak ufak fısıldamak...

Ben bu yolla İzmir'de "Ciğerimi Ye", Ankara'da "Lox Cafe", İstanbul'da "Karaköy Namlı"ya çok adam kazandırmışımdır mesela. Mekanlar, ürünler kulaktan kulağa adeta ışık hızında yayılıyor.

Hatırlayın Murat Kekili vardı adam bir şarkı yaptı internete verdi, sonra fısıltı gazetesi dolaşmaya başladı "Bu şarkıyı yapmış, intihar etmiş" diye...Veya Hayalet Sevgilim vardı, aynı tarz...Bu da bu işin profesyonelce ve ticari kaygı taşıyarak biraz da samimiyetsizce yapılanı...İkisi de sonradan ortaya çıkıp "Yok ben ölmedim" dediler çünkü kampanya tutmuştu...

Neyse konuyu dağıtmadan ilerleyelim, bu "FikriMühim kimdir?" diyecek olursanız, bu kopyala yapıştır olayı çok kendi tarzım olmasa da yine kendi ağızlarından aktarmak istiyorum:

FikriMühim,
  • Arkadaşları ve yakınlarından oluşan geniş bir sosyal çevresi olan,
  • Sohbet etmeyi seven, konuştuğunda insanların ilgi odağı olan,
  • İlgilendiği konularda uzman olarak kabul edilen, tavsiyesine, fikirlerine güvenilen, danışılan,
  • Markaların ürün veya hizmetlerini daha piyasaya çıkmadan denemekten zevk alan, denediği markalar hakkında yorumve eleştiri yapmayı seven,
  • Üretici firmalara sesini duyurup pazarlama stratejilerine yön vermek isteyen,
  • Dinamik, heyecanlı ve proaktif davranmayı seven,
  • Dünyayı, Türkiye’yi ve yakın çevresini yakından takip eden, öğrenmeyi ve keşfetmeyi seven, yaşamdan zevk almasını bilen,
  • Yeni fikirler üretmeye ve bunları insanlarla tartışmaya meraklı,
  • Uzmanlık alanıyla ilgili bilgi ve fikirlerini paylaşmayı seven, insanlara tavsiye vermekten ve yardımcı olmaktan kaçınmayan,
  • Fikirleriyle insanları etkileyebilen ve harekete geçirebilen,
  • İnternet, televizyon, radyo, gazeteve dergileri günübirlik takip ederek, uzmanlık alanına giren konularda bilgilerini sürekli güncel tutan,
  • Yeni bilgileri kendi eleştiri süzgeçlerinden geçirmeden kabul etmeyen, sorgulamayı seven,
  • Eleştirilerinin düzeyli ve yapıcı olmasına özen gösteren,
  • Beğendiği ya da beğenmediği bir konuyu, sözlü ya da yazılı olarak insanlarla paylaşmaktan çekinmeyen, MÜHİM FİKİRLİ kişilerdir.
Övünmek gibi olmasın burayı okuduktan sonra kendimden çok şey bularak hemen ben de kayıt oldum. Sistem şöyle işliyor:

1-Kayıt oluyorsunuz
2-Kendinizle ilgili bilgileri veriyorsunuz, ilgi alanlarınız, hoşlandığınız şeyler, kampanya e-postlarını almak istediğiniz konuları seçiyorsunuz.
3-Size e-posta göndermeye başlıyorlar. Korkmayın spamcı değiller:)
4-Gelen e-postalarda ilginizi çeken bir kampanya olursa "tamamen kendi isteğinizle" katılıyorsunuz.
5-Size seçtiğiniz kampanya ile ilgili bir kargo yolluyorlar. İçinde henüz piyasaya çıkmamış bir ürün ve bununla ilgili anlatırken kullanabileceğiniz ek destek materyalleri var. Ayrıca ürünle ilgili başkalarının bilmediği ufak hikayeler vs. de oluyormuş. 
6-Siz bu ürünü deniyorsunuz. Ve objektif olarak görüşlerinizi paylaşıyorsunuz. Sizden bekledikleri ürünün reklamını yapmanız değil. Ürünle ilgili samimi görüşünüzü insanlarla paylaşmanız. 
7-Sonra ürünü kimlerle paylaştığınızı, neler anlattığınızı, nasıl tepkiler aldığınızı gösteren bir rapor doldurup siteye yolluyorsunuz ve onlar da ürün sahibi firmayla paylaşıyorlar. Böyle firma kullanıcıların samimi yorumları sayesinde ürün üstünde değişiklik yapabiliyor veya kampanyalarını şekillendirebiliyor.
8-Bu arada doldurduğunuz anketler, yolladığınız raporların ayrıntı ve objektiflik seviyesine göre size puan veriyorlar ve biriken puanlarınızla sitenin ödül sisteminden hediyeler seçebiliyorsunuz.

BÖYLE bir de blogları var, çok aktif değiller ama ara sıra bişeyler karalamışlar:)

Bence bu bir devrim. Hem de çift taraflı bir devrim. Neden diyecek olursanız firmalar açısından kullanıcı yorumuna bu kadar önem verilmesi açısından, kullanıcılar açısından da sıradan insanların milyon dolarlık firmaların pazarlama kampanyalarında bu kadar etkin rol alabilmesi açısından...Düşünün ki bir leke çıkarıcı gönderdiler ve denediniz, vaat ettikleri sonuçları alamadınız. Bunu samimi olarak paylaştınız ve firma ürünü piyasaya sunmadan formülü geliştirme kararı aldı...5 yıl önce söyleseler gülerdik herhalde...

Bakın bu olay o kadar ileri noktalara geliyor ki eğer objektif ve ayrıntılı raporlar vermeyi adet haline getirirseniz zaman içerisinde iş teklifi almanız bile mümkün...Ayrıca bakın Çağan Irmak'ın son filmi Prensesin Uykusu"'nu eleştirmenlerden bile önce izleyen birisi BURADA ne yazıyor:
"Fikrimühim ekibini, -yine bir ilki gerçekleştirerek- filmin galasına eleştirmenler ve alışıldık simalardan evvel, biz fikrimühimleri davet etmelerinden ötürü kutlarım. Orijinal bir fikir."

Sanırım sistemi ve artık ne kadar önem verildiğini anladınız...Benim niye FikriMühim olduğuma gelecek olursak tabi ki siteden punalarımla alacağım bedava traş makinesinin derdinde değilim, benim gözüm daha yükseklerde ;) Daha dün gece kaydoldum, ondan daha hiçbir kampanyalarına katılmadım ama sistem oldukça adil ve başarılı görünüyor, hadi rastgele....

21 Kasım 2010 Pazar

Asla Pes Etmeyenlere! Jay "Faceshot" Consalvi'nin Hikayesi



BU ŞARKI eşliğinde okumanızı tavsiye ederim :)

Speed and Angels belgeseli...Giriş sahnesinde yazan isim yukarıdaki isim...Bu ismin ortasındaki "Faceshot" adı geçen şahsın pilot olduğunu ve uçuş çağrı adının "Faceshot" olduğunu gösteriyor. Pilotlara manidar çağrı adları vermek, Amerikan Hava ve Deniz Kuvvetleri'nde devam eden güzel bir gelenek. Jay'e Faceshot adının konması ise aslında oldukça direkt bir nedene dayanıyor. Orasına az sonra geleceğiz. Önce Jay'i bir belgesele konu olacak kadar özel kılan hayatının ilk yıllarına bir göz atalım isterseniz.

Jay doğduğundan 2 gün sonra, hastahaneden eve giderken daha eve yetişmeden, havacılık aşığı babası tarafından havaalanına götürülüp ilk uçuşuna çıkarılmış, havacı genlerden gelen şanslı bir bebekti. Ama bu şansı 2,5 yaşında babasını bir kalp krizi nedeniyle kaybetmesi yüzünden tersine dönmeye başladı. Yetim kaldı.

Top Gun filmini izlemesiyle, yaşıtı bütün çocuklar gibi havacılığa olan ilgisi oldukça arttı, artık "ne olmak istiyorsun?" diye sorulduğunda "savaş pilotu" cevabını veriyordu. Tam hayallerine erişmesine 1 yıl kalmıştı ki daha 5 dakika önce geldiği partide silahını kurcalayan bir Deniz Piyade çavuşu tarafından yüzünden vuruldu. 5 dişi, dili, damağı, atar damarlarından biri parçalandı. Kurşun omuriliğine saplandı. Ölmedi.

Hastahaneye giderken konuşamıyordu ama bilinci açıktı. Defalarca ameliyat oldu. Dişleri, dili, damağı yeniden toplandı, bir damarı alındı. Herkes yaşadığına sevinirken, o "ya pilot olamazsam?" diye üzülüyordu.

Deniz Harp Okulu'na girmek istediğini söylediğinde doktorlar şaka yaptığını düşündüler. Hiç kimse raporu alacağına inanmıyor, Jay'e tıbbi açıdan güvenmiyordu. Pes etmedi. Derdini anlayan bir doktor bulana kadar defalarca "hayır!" cevabı alsa da yılmadı. Sonunda konusunda uzman, oldukça itibarlı bir doktor şuan bir sorunu olmadığını fark etti ve raporu vermeye ikna oldu.

Jay Deniz Harp Okulu'na girdi. Bitirdi. Uçuş Okulu'na girdi. Bitirdi. Jet uçuşuna başladı. Bitirdi. Sadece en iyi jet pilotlarının seçildiği "Savaş Pilotu" kursuna kalma hakkı kazandı. Ama insanlar yine ona güvenmiyor, alınan bir damarı yüzünden it dalaşları sırasında maruz kalacağı G kuvvetinde, kalan damarların vücuda yeterli kan taşıyamayacağına inanıyorlardı.



Doktoruna durumu anlattığında doktoru güldü. Kalan damarların da en az eskisi kadar kan taşımaya devam etmeye kendini programlayacağını, hiçbir sorununun olmadığını söyledi. Raporunu aldı. G testi için laboratuvara girdi ve bütün "normal" insanların dayanabildiği kadar G kuvvetine dayanarak testi geçti. Zorlu bir uçuş eğitimden sonra F-14 Tomcat savaş pilotu olarak yıllardır hayalini kurduğu Donanma'ya katıldı. Ona bu şansı vermeyi göze alabileecek, bu kadar anlayışlı bir işvereni dünyanın başka ülkesinde bulabilir miydi orası tartışılır...

Ama hala bugün uçağında Jay "Faceshot" Consalvi yazan, suratı dağılmış ve toplanmış bu adam, hayallerine tutunan insanların gelebileceği noktayı göstermek açısından yaşayan en güzel örneklerden biridir. Hayalleriniz başkalarına uçuk gelebilir. Size gülebilirler. Deli olduğunuzu, bütün enerjinizi gerçekleşmeyecek şeyler üzerine yoğunlaştırdığınızı düşünebilirler. Dünyada hayallerini kovalamaktan vazgeçmeyen insanlar olmasaydı bugün elektriğimiz yoktu, otomobil, uçak veya helikoptere binemiyorduk, telefonla görüşemiyorduk, bu yazıyı yazdığım bilgisayar da bir "hayal"di.

Asla pes etmeyin, hayalinizi yaşamak için elinizden geleni yapın. Hayallerinize ulaşmak için illa geniş maddi imkanlara, sınırsız kredi kartı limitine ihtiyaç duymayın. Schubert bestelerini kafasında tasarlar, kağıda döker, sonra piyanosu olan birine gider ve çalardı. Çünkü bir piyanosu yoktu...

Ne olursa olsun hayallerini kovalayan, asla pes etmeyen, başı dik arkadaşlarım. Bu yazı hepinize ithafen yazılmıştır...


NOTLAR:

Bu yazıyı ilk olarak 28 Ekim 2010'da BURADA yayınladım.

2 görsel de www.speedandangels.com adresinden alınmıştır.

İlgisini çekenler için belgeselin kendine inanılan bir pilotun Irak'taki ilk görevinde neler başardığını gösteren kısmı aşağıdadır.

Bir Garip Central Park Yazısı

Amerikalılar New York'u çok güzel pazarlarlar. Bu konuda tam anlamıyla uzmanlar. İlla ki aklımızın bir yerine sokarlar. Allah var şehir de güzel görünüyor. Kimimiz How I Met Your Mother'dan biliriz, kimimiz Gossip Girl'den, kimimiz Manhattan doğumlu, kimimiz de her gece rüyasında olsun bir uğruyor...

          

Dünya Ticaret Merkezi vardı, sembol gibi, İkiz Kulelerin şuanki durumu malum. Özgürlük Heykeli var, kendileri özgür de seni, beni, onu taa okyanusun öbür yakasından ne kadar özgür bırakıyorlar, orası muamma..Neyse şimdilik heykel de özgürlük konsepti de duruyor, gerçi Wikileaks'ten sonra daha ne kadar böyle kalır orası bilinmez.

 Bir de Central Park var bence New York denince akla gelen. Tam bir başyapıt. Metrekaresinin binlerce dolar ettiği New York'un baş köşesinde, 2800 dönümlük park... "Böyle anlatıyorsun iyi hoş da, kendin gittin mi?" derseniz yok daha gitmedim ama illa ki gideceğim, yapılacaklar listesinde duruyor. Gerçi hayatımız yapılacaklar listesine madde ekleyip, yapamadıkça sinir olmakla geçiyor ama umut etmeden de yaşanmıyor dostlar ne yapalım. 


Tamam gitmedim ama iyi gözlem yaparım, izlediğim filmler, diziler, gördüğüm fotoğraflar  birikti gözümde, parkı babam yapsa bu kadar sevmezdim herhalde. Buradan adamların "pazarlama" konusundaki başarısını da anlıyoruz aslında. Sonuçta "pazarlandığını" bildiğim halde, pazarlatıyorum kendime, demek ki çok da hoşnutsuz değilim durumdan.

Nesi hoşuma gidiyor biliyor musunuz? Özgürlük hissi...Koca gökdelenlerin, iş merkezlerinin arasında, 2800 dönüm park. Giy şortunu koş. Balık tut. Hayvanat bahçesine git. Güneşlen. Amaçsızca yürü. Aç iki tane Bud yuvarla, sevgilinle çimlerde yuvarlan. Sanırım New York Belediyesi zabıtaları  el ele tutuşanları hala "ahlaksız" ilan edip  parktan atmıyormuş. Neyse bizim medeniyetimize ulaştıklarında onu da yaparlar. 

En çok nesi gücüme gidiyor biliyor musunuz? Adamlar New York daha el kadarken, taaa 1850'lerde diyorlar ki "Kardeşim bi Londra'ya, Paris'e bakın, ne güzel parkları var, bi de New York'a, burada insanca yaşanacak bi park yapmamız lazım." Sene 2010, güzel ülkemde parkta oturursun, mendilci çocuk gelir, mendil almazsan "abilerini" çağırır, ya döveceksin ya da kaçacaksın. Yanında sevgilin varsa çiçekci teyze dadanır, tövbe billah gitmez, onun da 7 göbek akrabası ağacın arkasında, ters bir durumda seni lahmacun yapmaya hazırlar. Güvenlik sıfır. Sanırsın parkta bir sen varsın, bir sevgilin, bir de sana inatla birşeyler satmaya çalışan çete...Toplumsal dayanışma sıfır, adamlar seni öldürse piknik yapanlar köfteye yumulup salataya abanmaya devam. Hiçbiri gelmese zabıta gelir, yeterince taciz eden yokmuş gibi o da taciz eder gider...Biz hala 160 yıl önce New York'lulara sunulan özgürlüğe sahip değiliz, hala şehrin göbeğinde sıkılınca gidip rahatça takılacağımız bir parkımız da, bu parkta adabına uygun oturacak kültürümüz de yok...

 Neyse konumuz dağıldıkça dağılıyor konuyu yazma nedenime geri gelecek olursak, Central Park'ın yapımı ilgimi çekti, sizle de paylaşayım dedim. Sanmayın ki Central Park Allah'ın New York'lulara bir lütfu. Proje yarışmaya çıkıp da bir proje kazanınca almışlar kazmayı küreği, aylarca, yıllarca kazmışlar, yontmuşlar. Seçilen bölgedeki bataklıkları kurutmuşlar, o ünlü kayaları kırabildikleri kadar kırmışlar, kıramadıklarını kibarca peyzaja dahil etmişler. Binlerce ağaç dikmişler, yapay göller oluşturmuşlar, New York'lulara "insan" gibi yaşanacak bir yer verebilmek için, tabiri caizse "hayvan" gibi çalışmışlar. Bakmışlar ki koca park şehrin batısıyla doğusunu resmen ikiye bölüyor, "etrafından dolaşsınlar kardeşiiimmm" dememişler. Parkın genel görüntüsünü bozmayacak, ama insanları batıdan doğuya, doğudan batıya taşıyacak yolları kazarak yer seviyesinden aşağıya inşa etmişler ki parkın "havası" bozulmasın. Koca koca otobüsler, otomobiller geçiyor da kimse ne görüyor, ne de doğru dürüst duyuyor. Her sene yağmurlarla toprak akar gider erozyon olur diye yer altında yağmur sularını çökelttikleri çukurlar yapmışlar, düzenli temizleyip toprağı sudan ayırıyorlar. Anlayacağınız 2800 dönümün her metrekaresinde insan emeği, insan aklı var.

Bugün hala 15 milyonluk İstanbul'da son kalan yerler halka değil de holdinglere dağıtılıyorsa, İzmir'de Susuz Dede Parkı'na gidip oturmak ertesi gün 3. sayfaya "Parka giden gencin hazin sonu" haberi olarak çıkma garantiliyse, Ankara'da Gençlik Park'ında tinerciler fink atıyorsa, şapkayı önümüze koyup bir düşünmemiz lazım. Biz mi insanca yaşamayı haketmiyoruz? Yoksa bizi yönetecekleri seçerken insanlığımızı unutup iki parça menfaatin peşine mi düşüyoruz? 

 Diyelim ki yaptık kocaman bir Merkez Parkı, gerçekten medenice gidip tertemiz kullanabilir miyiz ecnebiler gibi? Yoksa her mangalı, rakıyı kapıp gelen kafayı bulana kadar içer, sonra da etrafındakilere laf atıp dalaşırken piknik günü karakolda mı biter? Yeyip içip, çöpümüzü torbaya koyup, çöpe değilse de kenarına bırakacak kadar medeni olabildik mi, yoksa iki parça karnımız doyunca "Amaaann çöpcü toplasın bana ne!" deyip bütün çöpü atıp gider miydik? Bir çuval çekirdeği ailece hunharca tüketip, "kabuk bu kabuk, doğaya zararı yok" deme genişliğinden ne zaman kurtulacağız? "Çöpünüzü neden toplamadınız beyefendi?" desek, kaç araba dayak yeriz acaba? Uyarmayı ve uyarılmayı kabul edebilmeyi ne zaman becerebileceğiz? Kendimize ve ailemize bakmadan, başkalarının namus bekçiliğini yapmaktan ne zaman vazgeçeceğiz? 

Central Park'ı anlatacağız deyip  çıktık yola, neler geldi aklımıza...Bizim de, belediyecilerimizin de kırk fırın ekmek yemesi lazım kanımca. En başında söyledim ya, sonuçta umut etmeden yaşanmıyor. Haydi dostlar, kalın sağlıcakla...

NOTLAR:

Bu yazıyı ilk olarak 01 Kasım 2010'da BURADA yayınladım.

Tek Derdiniz Türban mı? Ne Mutlu Size...

Bakıyorum hem dipnot.tv'de hem de Türkiye genelinde bir türban tartışmasıdır almış gidiyor. Şaşırmıyorum. Bizde sürekli "Şunlar geliyor, bunlar geliyor!" diyerek halkı uyutup el altından gündeme hiç düşmeden bir çok konuyu örtbas etmek bu ülkenin eski adetlerindendir..
Geriye dönük bir düşünelim şimdi...

Bu ülkede yıllarca "Komunistler geliyor!"  diye insanlar korkutulup, fişlenmedi mi? Kardeş kardeşi vurur hale getirilmedi mi? Ne oldu sonra? "Bizim çocuklar*" yaptı darbeyi geçti başa. "Komunizm"e karşı yedekte tutulan yedekte tutulan "muhafazakar" kesim el altından güzel güzel beslenmeye başladı. Geldi mi komunizm? Hayır.

1984 yılında sözüm ona "Kürtlerin sorunlarına çözüm bulmak" için PKK illeti bu ülkede 40.000 kanımızın, canımızın günahına girmedi mi? Bu ülkede Kürt kökenli bir vatandaş Cumhurbaşkanı olabilir mi? Oldu*. Kürt kökenli bakan var mı? Var. Müsteşar var mı? Var. Herhangi bir memurluğa girerken Kürt kökenli olmak sorun yaratır mı? Hayır. Kürt kökenli subay/astsubay var mı? Dolu.  Ticarette isteyen Kürt kökenli vatandaş istediği şirketi açıp yönetebiliyor mu? Yönetebiliyor. Turizm sektörünün, tekstilin, restotan bar işletmeciliğinin neredeyse tekeli haline geldiler mi? Geldiler. Şimdi soruyorum diyelim ki bir grup bir ülkede eziliyor, bunları nasıl elde edebiliyorlar? Cevap basit. Yıllarca terör örgütü, olmayan bir baskının üzerinden eylemlerine zemin ve dayanak kazandırma çabası içerisindeyken bölgede çok şiddetli çarpışmalar yaşanmış, ülkenin eğitim ve gelir düzeyi nispeten düşük bu bölgesindeki kandırılan gençler, yaşlılar örgüte yardım ve yataklık yapmış, köyler boşaltılmış, devlet sert önlemler almak zorunda kalmış, acılar yaşanmış...Şimdi PKK'ya en çok destek veren siyasiler bile "Silahlı mücadele devri kapanmıştır" diyor. Çünkü zaten şişirme bir nedendi, 30 yılımıza ve 40.000 canımıza mal oldu. Artık rolünü tamamladı. Yıllarca "Türkiye bölünecek" çığırtkanlıklarıyla bizi korkutanlar, köşelerinden birçok zaman ve emeğimizin "bir hiç" uğruna yokulup gitmesini kıskıs gülerek izlediler.



Şimdi yemeyi içmeyi bıraktık, türbanla yatıp türbanla kalkar olduk. Zamanında "komunizm geliyor" diye "bizim çocukları" kullananlar, şimdi saf değiştirip başkalarını "bizim çocuklar" yaptılar. Eski "bizim çocuklar" bunu kavrayana kadar "Şeriat geliyor, koruyucusu ben olacağım" diye tuzağa düşünce, yeni "bizim çocukların dış destekli, ince hesaplı" planlarına engel olamayıp, halkın gözünde sürekli "bağrından çıktıklarını savundukları" halka uzak, elitist bir tablo çizmeye başlayınca ülkenin "gözde kurumu" olmaktan aşağıya doğru hızlı bir geçişe geçtiler. Yani avcıyken av oldular. Bu arada şimdinin "bizim çocuklarına" bir ufak hatırlatma; Eski "bizim çocukların" başına gelenlere iyi bakınız, 30 yıl sonra da siz orada olacaksınız.

Ben şahsen bunun da "şişirme bir sorun" olduğunu bildiğimden artık eskisi kadar dert etmiyorum. Bundan 20 yıl önce bir insanın Kürt olması, veya türbanlı olması hiçbirimiz için birşey ifade etmiyordu. Hala da etmemeli. İnsanları "ötekileştiren" bir oyunun pençesindeyiz. Nice Kürt var benden 10 kat vatansever. Nice türbanlı var benden 10 kat ilerici. Tam tersleri de var tabi. Ama bu bize insanları bir kalıba sokma hakkı vermemeli...
Bugün bize topla tüfekle saldırsalar bütün siyasi görüşlerimizden arınıp kanımızın son damlasına kadar ülkemizi savunacak bir toplumuz ama aynı beceriyi ne yazık ki "el altından fitne fesat sokma" saldırılarında beceremiyoruz. Çünkü biz hep böyleydik. Orta Asya'daki Çin taktiklerini, Osmanlı'daki Bizans ve Rus oyunlarını düşünün, biz hep içten parçalandık.

İşte bu yüzden diyorum ki bırakın size yaratılan suni gündemlerin peşinden koşmayı. Türban takmak veya takmamak bu kadar ülke gündemini meşgul etmemeli. Gelin ülke gerçeklerine dönelim.

*Asgari ücret 599 lira.

*4 Kişilik bir ailenin Açlık Sınırı 908,21 lira


*4 Kişilik bir ailenin Yoksulluk Sınırı 2480,46 lira.


Şimdi aşağıdaki sorulara içimizden bir cevap verelim;

-Kaçınızın evine aylık adam başına 900 lira giriyor?

-Kaçınız ekonomik olarak ay sonunu hiçbir sıkıntı yaşamadan getirebiliyorsunuz?

-Kaçınız evladına gönlünden geçen okul kıyafetini, çantasını, defterini kitabını alabiliyor?

-Alt gelir düzeyindeki bir Alman, ailesini toplayıp çok rahat Türkiyede 10/15 gün tatilini yapabiliyor. Kaçınız bırakın bu sene, ömrü boyunca bir kere olsun yurt dışını gördünüz veya ileride görebileceksiniz?

-Bırakın yurt dışını, kaçınız cennet ülkemizde yaz aylarında tatil yapabiliyorsunuz?

-Bırakın tatili, kaçınız İstanbul'da Boğaz kenarına inip bir stres atabiliyor?

-Ülkemizin 3 tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen deniz filomuz küçücük, hala tırla mal yolluyoruz. Buna kafan yoran var mı?

-Petrol üretmeyen ve dünyanın en pahalı benzin/mazot fiyatlarına sahip ülke olmamıza rağmen hala otoyollara, otobüs ve tırlara yönlendiriliyoruz. "Neden demiryolunu Avrupalılar gibi kullanmıyoruz?" diye hiç düşündünüz mü?

-Belki kendi cahillikleri ama hala çoğu Amerikalı ve hatta bazı Avrupalılar Türkiye'nin "Develerle gezilen, Arap kökenli bir çöl ülkesi" olduğunu düşünüyor. Neden yurt dışındaki imajımız bu kadar yetersiz ve kötü?

-Neden hala milli bir otomobil markamız, bir uçak fabrikamız yok?

-Neden azıcık kafası çalışan aydınlarımızı başta ABD olmak üzere yabancı ülkeler havada kaparken, biz çoğu konuda AR-GE çalışması sıfır, bir "montaj" ülkesi olmaktan öteye gidemiyoruz?

-Yer altı kaynakları bu kadar zengin, güneşi, rüzgarı bu kadar bol olup da bizim kadar pahalı enerji üreten ve kullanan bir ülke daha var mıdır?

-Gerek sağ gerek sol görüşlü siyasilerimiz ne zaman kendileri için değil de bizim için orada olduklarının farkına varacaklar?

-Neden yıllardır en güzide kurumlarımız 1-2 yıllık cirolarına, hem de yabancı şirketlere peşkeş çekiliyor? Büyük ülkelere bir göz atın bakın bakalım onlarda da öyle mi?

-Neden "oğlum senden adam olmaz git bari asker ol" denilen ABD'nin ordusu tüm dünyayı fethedebiliyorken, ülkesinin en seçkin gençlerini alıp 8-10 yıl eğiten Türk Silahlı Kuvvetleri bazı olaylarda bu kadar çaresiz kalıyor?

İnanın bu soruları sayfalarca uzatmak mümkün. Bu ülkeyi biraz daha ileri götürmek istiyorsak bizim kafa yormamız gereken konular bunlar olmalıdır. Tabi bunların hepsini halletik de tek derdimiz türban kaldıysa ne mutlu bize...

NOTLAR:
Bu yazıyı ilk olarak 07 Kasım 2010'da BURADA yayınladım.

*"Bizim çocuklar" kavramını bilmiyorsanız BURADA

*Kürt Cumhurbaşkanı mevzuu : BURADA

Tablolar ve ekonomik rakamlar http://www.bembirsen.org.tr/haberdetay.php?fide=1964 adresinden alınmıştır.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Hayır Demeyi Becermek

Hayatımıza baktığımız zaman şuanda yapmakta olduğumuz şeylerin bir çoğunu etrafımızda birileri kırılmasın, "ayıp olmasın", "bilmem kim ne der?" kalıplarının baskısı altında yapıyoruz. Ne yazık ki bizim ne düşündüğümüz, kim olduğumuz, nelerden hoşlandığımız insanların çok umrunda değil. İnsanların umursadığı senin için herhangi sıradan birinden fazla değeri olmayan X teyzenin, bilmem ne amcanın, komşuların, müdürün, patronun ne diyeceği...

İşte burada hayata bakış açınız devreye giriyor. Sizin için hayatta önem sırası ne? Başkalarını anlamsızca tatmin etmek için kendinizden bu kadar ödün vermeye razı mısınız? Buna değer mi? O kadar çok şeye anlamsızca evet diyoruz ki...



Şöyle bir düşünün, şimdiye kadar nelere hiç aklınıza yatmasa da evet dediniz..Okulda arkadaşınız geldi, illa sinemaya gidelim dedi, canınız hiç istemiyordu ama kırılmasın diye evet dediniz. Sevgiliniz geldi, o pantolon kıçına yapışıyor, giymeni istemiyorum dedi, evet dediniz. En yakın dostlarınız şehir dışından geldi, anneniz dış kapının mandalı "bilmem ne amcalar gelecek. çıkarsan çok ayıp olur evladım!" dedi, mecburen evet dediniz evde kaldınız. Derste hocanızla bir tartışmaya girdiniz, kadın bariz yanılıyor, ama "ya notumu kırarsa?" dediniz, çaktınız "evet"i, "haklısınız tabi ki hocağğğmmm" dediniz, oturdunuz. Şefiniz geldi yanlış olduğunu bile bile, bir sürü zamanınızı çalacak, bir sürü işinizden geri bırakacak bir ek görev verdi, "aman bulaşmayım buna şimdi" diye evet dediniz asıl işlerinizin önüne aldınız. Siz evet dedikçe onlar yaptıklarını haklı sandılar...Bu örnekleri uzatmak mümkün...



Şimdi Jim Carrey'nin "Yes Man" filmini izlediyseniz bir düşünün...Filmde Jim herşeye "Evet" demek zorunda kalan bir adamı canlandırıyordu. Ne kadar salakça şeylere evet dediğini bir hatırlayın. İşte farkında olmadan hayatımızı aynen böyle bir komedi filmine dönüştürüyoruz. Neden dediğimizi, kabul ettiğimiz şeyleri neyin önüne aldığımızı düşünmeden anlamsızca "Evet"ler dağıtıyoruz etrafa...Çünkü mahalle baskısı en büyük korkumuz. Bakıyorum o kadar saçma örnekler görüyorum ki, inanın anlamakta güçlük çekiyorum. Sevgilisinin bir lafıyla kaç yıllık arkadaşıyla görüşmeyi kesen mi ararsınız, eşşek kadar olduğu halde annesiyle güne giden kızlar mı...Babası seviyor diye koca günü nefret ettiği balık tutma faaliyetinde geçiren adamlar mı...Baba ben bu bölümde okumak istemiyorum deyince "eşe dosta ne deriz" diyenler mi...Allahtan bu konuda çok şanslıyım, çok anlayışlı bir ailem ve sevgilim var:)

Zamanınız bu kadar ucuz olmamalı..Dünyada herkese, en fakirinden en zenginine eşit mesafede olan tek şey zamandır. Bill Gates bütün servetini harcasa da bir günü 25 saat olarak yaşayamaz.  Bu yüzden sizin için bu kadar kıymetli olan bir şeyi bu kadar basit harcamayın. Etrafınıza bakın, toplum baskısını en çok kurmaya çalışan tipler, en kaypak olanlardır. Sürekli birilerini birşeylerle itham ederler, kıskanırlar, çekemezler, fırsat bulsalar 10 katını yapacaklar ama yapamıyorlarsa ve siz yapabiliyorsanız sizin üstünüzde her türlü baskıyı kurmak için dedikodudan, fesattan asla vazgeçmezler. Asla kulak asmayın. Varsın konuşmaktan ağızları şişene kadar arkanızdan konuşsunlar...Bugünlerinizin bir yedeği yok, "insanlar ne der" diye korkarak yaşarken çoğu hayalinize kavuşamadan ölüp gideceksiniz farkında değilsiniz...

Ben ufaklık çağlarımdan beri bazen ailemin, bazen dostlarımın, zaman zaman astlarımın, sıklıkla üstlerimin çok beğenmediği bir tavırda oldum. Birşeyi kabul etmiyorsam, yanlış buluyorsam söyledim. Herşeye evet demedim. İnat ediyorlarsa ben de ettim. Kanıt buldum, ikna etmeye çalıştım, ama gerçekten yanlış değilsem asla "Evet" demedim. Türk standartlarında çok yanlış bir felsefe biliyorum, biz toplum olarak "kuzu"lardan hoşlanırız. Çok sorgulamayan, isyan etmeyen, herkesin suyuna giden tipler bu toplumda "çok efendi çocuk canım, ne desen yapar" veya "çok hanım kız, bu yaşına kadar birşeye itiraz ettiğini görmedim" diye onore edilerek kandırılırlar...Bunun tercümesi şudur:
"Ensesine vuruyoruz, ağzındaki lokmayı alıyoruz, maşallah mal gibi adam, kıçından donu çeksek "durun ne yapıryosunuz?" demeyecek..." Bu yüzden de genelde özellikle de mesleki olarak hakettiğimin altında değer gördüm. Çünkü "biat" etmeyen astlardan hoşlanan üstlerimiz yok...

Herşeye  "Evet" diyen insanlar sağlıklı bir kişilik gelişiminden geçememişlerdir, bu kafayla devam ederlerse de geçemeyeceklerdir. Bugün gitmezseniz "ayıp olacak" dedikleri bilmem ne amcanın kendi çocukları onlar size gelirken zaten gelmeyeceklerdir...Ama bilirsiniz ki eğer siz gitmezseniz "Umut gelmedi mi aaa" diyerek sizi hor görecekler...Olsun varsın görsünler. Siz belki çalışmadan girdiğiniz sınavla, belki aylardır bekleyip de kaçırdığınız filmle kalırsınız. Ama sizin üstünüzde bu baskıları kuranlar hayatlarına bakarlar...

Bu gönül ilişkilerinde de çok önemli bir konudur. İlişki iki kişiden oluştuğuna göre, ortada iki farklı görüş sahibi olması gerekir. Eğer her konuda tek fikir kabul görüyorsa orada birşeyler yanlış ilerliyor, tünelin sonunda görünen ışık değil gelen tren demektir. İki farklı insanın her konuda aynı şeyi düşünüyor olmaları imkansız. Bu yüzden birileri istemediği halde herşeye "Evet" diyor demektir. Birisi istemediği halde karaokeye gidiyor, yorgun olduğu halde dışarı çıkıyor, dışarı çıkmak istediği halde evde oturuyor, nefret ettese de her yeni aşk filmine gidiyor, sevgilisinin "evet" dediği hayatı yaşıyor demektir. Bu tip ilişkiler sağlıklı değildir ve illa ki zaman içinde patlak verirler. Sağlıklı ilişki bireylerin kendi düşünceleri savunarak devam ettirdikleri ilişkilerdir. Özveri, uzlaşma, kendinden ödün verme bir ilişkinin olmazsa olmazıdır. İlla ki istemeden de olsa yapmanız gerekenler olacaktır ama bu sürekli oluyorsa sorun var demektir. 

Özgür kalmaktan ve etrafınızdakileri özgür bırakmaktan korkmayın! Bugüne kadar dünyayı ileriye özgür bireyler taşımıştır. Birilerinin ayakçılığını yapan, baskıcı, kaypak insanlardan en küçük bir fayda görmedik. Edison ampülü bulana kadar bine yakın deneme yapmış, alay konusu olmuş ama vazgeçmemiştir. "Bırak bu işleri" dediklerinde "evet" deseydi, şuanda belki hala kandille aydınlanıyorduk... Bu da işin inandıkların uğruna "hayır" diyebilme kısmı tabi ki...

Unutmayın kalp kırmadan görüşlerini açıklayabilmek bir sanattır. Ve tamamen kişisel bir yetenektir. Şimdi size burada hayır diyebilmek için kişisel gelişim kitaplarında yazanlar gibi kalıp cümleler kurmayacağım. Herkesin tarzı, anlatma yöntemi farklıdır. Birşey aklınıza yatmıyorsa illa ki bunu ifade etmenin bir yolu vardır. "Nasıl?" ı size kalmış...

İşten atılırım, akrabalarım arasında adım kötüye çıkar, sevgilim kızar, ailem ne düşünür diye hayır demekten korkmayın. Bırakın insanlar sizi "siz"ken sevsinler...Kendi kalıplarına soktuktan sonra seveceklerse, hiç sevmeseler de olur...Hayata bir kere geliyorsunuz, sınırları yıkın, kalıplara takılmayın, gönlünüze göre bir hayat sürün...Sürün ki bugün size "tüü kaka" diyenler daha da gıpta etsinler, sefil hayatlarında daha da ezilsinler....

10 Kasım 2010 Çarşamba

Bir İzmir Geleneği- Lokma Döktürmek

İzmir'i çok seviyorum. İnsanı da, gelenekleri de, yeme içme kültürü de kendine has ve Türkiye standartlarının ço...ok üstünde..1999 yılından beri bazı dönemler mecburi aralar olsa da İzmir'de yaşıyorum ve Türkiye'nin 7 coğrafi bölgesinde de bilfiil yaşadım. İnanın İzmir gibisini göremedim. Yeri geldiğinde dev bir metropolit, yeri geldiğinde sahil kasabası, tam bir "Transformers Şehir!" Bir şehir aynı anda nasıl hem bu kadar milliyetçi, hem bu kadar özgürlükçü oluyor anlayamıyorum:)

Tabi ki bir şehre yeni geldiğinizde daha önce görmediğiniz adetleri, gelenekleri görüyorsunuz ve bazıları çok mantıklı gelirken bazılarına şaşıp kalıyorsunuz. İşte ben de İzmir'de lokma dökenleri ve önündeki kuyruğu görünce çok şaşırmıştım. Kılık kıyafetine bakınca "bedava" lokmaya pek de ihtiyacı olmayacağını düşündüğüm genç-yaşlı bir çok insan lokma kuyruğunda bekliyordu.


İçimden "Acaba bedava tatlı için bu kadar beklemeye değer mi? Baya da kelli felli adamlar, kadınlar hiç de utanmıyorlar maşallah..." gibi cehaletin yarattığı mutlu düşünceler geçirerek önlerinden defalarca geçtim. Sonra İzmir'i yaşamaya başlayınca gördüm ki kazın ayağı öyle değilmiş. İzmir insanında "lokma döktürmek" o kadar yerleşmiş, o kadar güzel bir gelenek ki bunu şimdi çok daha iyi anlayabiliyorum. Buralarda "bizim oğlan sınavı bi kazansın koç kesecem ulen" demezler, oğlan sınavı kazanınca ya kendi mahallelerinde ya da işlek bir caddede "Hayrına Lokma" döktürürler...



Bu kadar anlattıktan sonra Lokmanın da ne olduğundan biraz bahsedelim. Lokma sıkma hamurların kızgın yağa atılarak kızartılmasından sonra şerbet, tarçın gibi eklerle tatlandırılmasından oluşan basit ama lezzetli bir tatlı... Ben hala el maharatiyle dökülenlerin daha makbul olduğunu düşünsem de kimi ustalar "el değmeden" diye pazarlayarak artık makine ile döküyorlar. Makine ile dökülenler genelde üstteki resimdeki gibi halka şeklinde oluyor. Elle dökülenlerin bazıları sıkma, bazıları halka şeklinde oluyor. Bazı ustalar çok kaliteli şerbet kullanıyor, bazıları hayra bile şer katıp malzemeden çalıyor, ama ne şekilde olursa olsun lokma güzel oluyor:) Çünkü onu güzel kılan hamuru, şerbeti değil! Bu şehrin paylaşım ruhu...


Bu plastik tabaklarda dağıtılan, kürdanı peçetesi yandaki masada hazır duran tatlının güzelliği İzmir'de hiçbir din veya grubun bu adeti kendine mal etmemiş olmasından çıkıyor. Lokma döktüren kimi zaman Yahudi kökenli bir levanten* oluyor, bazen Hristiyan bir teyze, bazen kardeşini kaybeden Hasan Amca... Ve başlarda "utanmıyorlar mı?" dediğim o insanlar bedava lokmaya muhtaç olduklarından değil, döktürenin hayrına ortak olmak istedikleri için oradalar.. İşi gerçekten "bedava tatlı" olarak gören liselileri saymıyorum tabi ki:)
Bu verdiğim örneklerin değişik örnekleri bazen gazete veya dergilere yansıyor. Bu adetin ne kadar eski ve kabul gören bir gelenek olduğunu anlamak için belki de İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin vefat eden başkanları için şehrin 10 yerinde lokma dağıtmasından anlayabiliriz. (BURADA) Veya Bornova esnafının çok sevdikleri Papaz için döktürdüğü lokmanın hikayesinden...(BURADA)

Ben de dün yürüyüşe çıkmıştım ki Göztepe Lokalini biraz geçince bir lokma tezgahı gördüm. Geçerken durdum, lokma ustası gayet sıcakkanlı bir ses tonuyla "Al arkadaşım, çekinme" dedi. Artık çekinme faslını atlattım zaten, ben de görürsem duruyorum lokmacılarda..."Çok istemiyorum abi, 2 tane koysan yeter" dedim. "Tabi ki" dedi. Aldım lokmamı, gözüm tabeleya takıldı. "Ruhun şad olsun Maurice Wright" yazıyordu. İşte o an bu yazıyı yazmak aklıma geldi. Tabeladaki gibi, Ruhun şad olsun Maurice Wright...Çok şanslıymışsın ki hayatını İzmir gibi medeni, ılımlı, insan sevgisi yüksek bir şehirde geçirmişsin...



NOTLAR:
Yazıdaki görseller www.izmir.bel.tr adresinden alınmıştır.
3. resmin kaynağı görüntülenememiştir.
*Levanten, Osmanlı Döneminde, özellikle Tanzimat sonrasında büyük liman kentlerinde yoğunlaşan ve ticaretle uğraşan, Müslüman olmayan azınlıklara verilen isim. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Levanten)