28 Ekim 2011 Cuma

Markaların Facebook ve Twitter Hesapları Nasıl Yönetilmeli?

Hepinize merhaba,
Sosyal medya son zamanlarda markaların parlayan yıldızı. Yapılan kampanya ve çalışmalarla markalar bilinirliklerine ve imajlarına oldukça büyük değerler katabilirken, bu hesapların yanlış kullanılması ise yaşanan acı Van depreminden sonra yanlış bir kampanya ve gelen tepkilere yanlış bir cevap tarzı seçen geçenlerde ayrıntılarıyla incelediğim Onur Air vakası gibi olumsuz sonuçlanmakta. 



Burada markaların unutmaması gereken şey sosyal medya sayesinde bize dergi, televizyon, gazete reklam ve kampanyalarında sundukları tek yönlü iletişimin artık bitmiş olması. Basit bir örnek vermek gerekirse bir otomobil reklamında marka "5.0 lt ortalama yakıt tüketimi varıdır." dediğinde eskiden gazeteye bakıp "Hadi ulen benimki en düşük 6.5 lt yakıyor!" diye kendi kendimize hayıflanırken, şimdi bunu pat diye markanın Facebook sayfasına yorum olarak ekleyebilmemiz. Yani artık markaların hükmeden olduğu iletişim ne yazık ki bitmiştir. Bundan sonra markalar binlerce hayranlarının olumlu/olumsuz sesleri arasında şirket imaıjını hep olumluda tutabilecek tavır ve hareketleri sergilemenin yollarını bulmalı ve bu yolları sürekli geliştirerek rakipleriyle de farkını ortaya koymalıdır. Artık en yüksek ses markaların değil tüketicilerin. Dün oynanacak Beşiktaş - Fenerbahçe maçına sosyal medyada gelen tepkilerden sonra seyirci alınmasını, Van depreminde şirketler üzerinde oluşturulan baskılar neticesinde bölgeye gönderilen acil yardım malzemelerini hep tüketicinin gücü olarak örnekleyebiliriz.

Peki bir tüketici olarak, bir çok markayı sosyal ağlarda takip eden sıradan bir takipçi olarak markalardan Facebook ve Twitter'da neler bekliyorum? Örnekleri vermeye başlamadan hemen bir noktayı en baştan söyleyeyim, Facebook ve Twitter hesaplarının birbirinden farklı yönetilmesini istiyorum. Yani "bağlayalım Twitter'ı Facebook duvarına, birine yazalım ikisinde de çıkıversin..." mantığı beni inanılmaz derecede rahatsız ediyor. Facebook ve Twitter mantık olarak birbirinden bu kadar uzakta iki sosyal mecra iken, koca koca markaların bunlardan sürekli aynı linkleri paylaşmaları, aynı yazıları hem Facebook hem Twitter'da görmem yüzünden çoğu markayı artık tek mecrada takip etmeye başladım. Gelelim bence başarılı Facebook uygulamalarına:


Bence yapılması gereken şeylerden birincisi takipçilerinizin de Facebook duvarınıza yazmasına, fotoğraflar eklemesine izin vermeniz. Bakıyorum bazı firmalar spam mesajlardan çekinerek duvarlarını takipçilerine kapatıyor. Hani iletişimimiz iki yönlü olacaktı? Hani artık rahatça konuşacaktık? Sonuçta burada duvar ilk açıldığında kendi mesajlarınızı gösterip, tıklanırsa misafir mesajlarını gösterme gibi seçenekleriniz varken, sırf tembellikten bunu kapatmanız bence doğru değil. Bakın 35 milyon takipçisi olan Coca Cola'nın Facebook sayfası açıldığında sizi markanın tek yönlü mesajları değil, müşterilerin yazdıkları, yükledikleri fotoğraflar karşılıyor. Sonuçta işi Facebook hesabınızı takip etmek olan insanlar çalıştırıyorsanız, spam'ı engellemek onların işleri olmalı, duvarı kapatmak iletişimi kapatmak gibi. Ben Nokia Türkiye sayfasına N900'ümle çektiğim bir çok fotoğraf yükledim mesela. Unutmayın bazen takipçileriniz, binlerce dolar harcayıp da yaptırdığınızdan daha güzel reklamlarla karşınıza çıkabilirler...


Ben ayrıca takip ettiğin markaların benimle aynı şeyleri yaşadığını, benimle gülüp benimle ağlayabildiğini bilmek istiyorum. Bu yüzden de hain Çukurca saldırısından sonra içim yanarken bu acıyı kimlerin paylaşacağını aradı gözlerim. Ama ne yazık ki birçok firma iki satır taziye mesajını yazmaktan bile acizdi! Nokia Türkiye sayfasında yayınlanan yukarıdaki mesaj ise acımın paylaşıldığını hissettirdi bana...


Aynı zamanda bence Facebook'ta yapılan en büyük hatalardan bir tanesi takipçilerden gelen soru/önerilere cevap vermemek. Sonuçta sizin hizmet veya ürün satmak istediğiniz insanlar karşınızda, sizinle konuşmaya, temasa geçmeye çalışıyorlar ve siz onlara cevap vermiyorsunuz. Aynı insanlar dükkanınıza gelse, "bu cep telefonunun özellikleri nelerdir?" dese de aynı tavrı sergileyebilecek misiniz? Unutmayın marka hayranlığını oluşturmak zor, yıkmak çok kolaydır. Takipçilerine cevap vermeyi bırakın Social Media Examiner gibi takipçileri arasından  "Haftanın takipçisini" seçenlere ise denebilecek tek şey var: BRAVO!



Facebook sayfası yönetimi için "olmazsa olmaz"ımı sona sakladım,bu da fotoğraf ve video paylaşımı. Eğer bir Facebook sayfası yönetiyorsanız, sizi takipçilerinizle en kolay iletişime sokacak şey bir fotoğraf veya video paylaşmaktır. "Bir fotoğraf bin sözcüğe bedeldir!" sözünü unutmayın. Zaten yapılan araştırmalar bu kadar reklam ve pazarlama çabasına rağmen insanların hala eğlenmek için Facebook'ta olduğunu gösteriyor. Yani ben sizin sürekli bana göndereceğiniz reklam/tanıtım linkleri arasında boğulmak istemiyorum. Üstteki fotoğraf gibi sektörünüzle alakalı olan veya sektörünüzle alakalı da olmayabilir, bir fotoğraf, karikatür veya kısa video paylaşıyorsanız benim gözümde "on numara beş yıldız" konumuna yükseliyorsunuz bunu bilesiniz. 

Aslında yazılacak o kadar çok şey, verilecek o kadar çok örnek var ki, hepsini bir bir eklersem bu yazı bitmez:) Ondan biraz da Twitter'dan örnekler vermek istiyorum.

İşte benim için tam bir #fail vaziyeti. Geçen nereden esti bilmiyorum, Vodafone Türkiye twitter hesabına bakmak istedim ki ne göreyim? Tweet'leri gizliymiş. Sanırsın Vodafone twit'leri değil, Nasa iç yazışmaları...Benim bir müşteri olarak görmek isteyeceğim son şey, bana sırtını dönmüş, ancak rica edip talepte bulunursam bana yüzünü dönecek bir Twitter hesabı...Bana sorarsanız neresinden bakarsanız yanlış, bu yüzden hiç uzatmadan geçiyorum.


Şimdi sizlere kendi başıma gelen bir olayı örnek vermek istiyorum. Geçenlerde gittiğim bir film arasında İzmir Cinebonus tuvaletinde çalan şarkıları beğenmedim, ve bunu biraz da komik geldiği için Twitter'ıma yazdım. Ama bunu markaya duyurmak gibi bir niyetim yoktu, zaten çok da zaman harcamadığım bir yer olmadığı için herhangi bir mention veya hast tag kullanmadım. Ama bir süre sonra twit'imi görmüş olacaklar ki bana yukarıdaki cevap geldi. Benim tam da üstüne basmak istediğim şey var burada, duygular! O bir satırlık cümlenin sonundaki üzülen adam benim için çok önemli! 140 karakterle yazdığınız bir ortamda kendinizi ifade etmek çok zordur, ama o 2 karakterlik işaretler işe duygu katar! Bu hesapları insanların yönettiğini biliyoruz, bize cevap Cinebonus'un sinema duvarlarından, perdesinden gelmiyor, yine bir insandan geliyor. Bu yüzden karşımızda neşelenen, üzülen birilerini görmek istiyoruz. Bazı şirketler "kurumsal imaj" kaygısıyla ":)" ":(" gibi karakterleri yazılarında kullanmak istemiyorlar fakat bence asıl samimiyeti katan bunlar. Aynı cümle "kontrol edelim listemizi." şeklinde olsaydı sizde üstteki havayı yaratır mıydı?

Alın bir de gülen adam örneği. Bu iki Twit de bence oldukça sıcak ve içten. Çekinmeyin markalar, gülün, üzülün, bu sizi küçültmez tam tersine daha çok "bizden" yapar. ;)


Son örneğimi Türkiye'nin sosyal medya konusundaki en başarılı iki haber sitesi üzerinden vermek istiyorum. Herhangi bir tarafı tuttuğum imajı oluşmaması için ikisini yan yana ekledim. Bize bütün gün "Twitter'da başarının 5 sırrı", "Markalar Twitter'ı nasıl kullanmalı?" gibi haberler veren bu iki güzide sitemizin Twitter iletileri neredeyse sadece haber linklerinden oluşuyor. Bence eğer Facebook ve Twitter'ı iyi kullanmak konusunda birilerinden örnekler verecek olsaydık bunların SosyalMedya.CO ve Webrazzi olması gerekirdi ama Twitter hesapları sadece "seeding" için varmış imajı yaratmanın ötesine gidemiyor ne yazık ki...Bir ara SMCO haberi yayınlanmayan kısa gelişmeleri #smco140 etiketityle veriyordu ama artık buna da denk gelmiyorum. Yani Twitter ve Facebook hesaplarının birbirinden ayrı yönetilmesinin yanında, bu hesapların sadece birşeylerin yayılması amacıyla kullanılmaması gerekiyor kanımca...

Toplayacak olursak benimle konuş marka, seninle konuşmama izin ver. Benimle üzül, sevin, acımı paylaş, sevincime ortak ol, korkma bunlardan sana zarar gelmez, kurumsal imajın zedelenmez. Benimle fotoğraflar, videolar paylaşırken illa sektörel olmasını umursama marka, Facebook dediğin nedir ki zaten eğlence için oradayız. :) İletişime açık ol marka, orada beni haşlamak için değil, benimle ortak yolu bulmak için var olduğunu, ben olmazsam aslında bir "HİÇ" olduğunu asla unutma...

27 Ekim 2011 Perşembe

Van Depremine Yardım İçin Neler Yapabilirsiniz?



Van Depremi'ne duyarlılık gösteren ve zor durumda olan depremzedelere yardım elini uzatmak isteyen vatandaşlarımız için bir liste hazırladık. Aşağıdaki kanallardan dilediğinizi seçerek yardımlarınızı en kolay şekilde Van'a ulaştırabilirsiniz:

1. KIZILAY
2868'e tüm operatörlerden boş bir SMS göndererek Kızılay'a 5 TL bağışta bulunabilirsiniz.

Ayrıca havale yoluyla destek olmak isteyenler, tüm bankalardaki "Türk Kızılayı" hesaplarından bağış yapabilir. Ayni bağışlar Türk Kızılayı lojistik merkezleri ve şubeleri tarafından kabul edilecektir. Tüm Kızılay şubelerinin iletişim numaralarını buradan öğrenebilirsiniz.

2. AKUT
Tüm GSM operatörlerinden 2930'a göndereceğiniz AKUT yazan bir SMS ile AKUT'a 5 TL bağışta bulunabilirsiniz.

Kredi kartını kullanarak internet üzerinden bağış yapmak isteyen vatandaşlarımız CardFinans ya da diğer banka kartlarını kullanarak bağışta bulunabilirler.

Havale/EFT için Banka Hesap Numaraları;
T. İş Bankası - Gayrettepe Şubesi - TR14 0006 4000 0011 0800 6666 63
Finansbank - Gayrettepe Şubesi - TR92 0011 1000 0000 0001 9576 70
Garanti Bankası - Ortaklar Cad. Şubesi - TR26 0006 2000 3570 0000 0029 30

3. BAŞBAKANLIK YARDIM KAMPANYASI
Başbakanlık tarafından Van’da yaşanan deprem nedeniyle başlatılan yardım kampanyası çerçevesinde saptanan banka hesap numaralarına buradan ulaşabilirsiniz.

4. KARGO FİRMALARI
Yurtiçi Kargo, PTT Kargo, MNG Kargo ve Aras Kargo yardım gönderilerini ücretsiz olarak ihtiyaç sahiplerine ulaştırmaktadır.

5. HÜRRİYET EVLERİ
Deprem sonrası yaralarını sarmaya çalışan ve kış öncesinde evsiz kalan Van için Hürriyet Gazetesi de büyük bir seferberlik başlattı. Hürriyet, Van’da kış koşullarına dayanıklı, mutfak, banyo ve tuvaleti olan "Hürriyet Evleri" kuracak. Kızılay işbirliğinde başlatılan kampanya ile her biri 6 bin liraya kurulacak evler, evsiz kalan vatandaşlara sıcak bir yuva olacak.

Van Depremi - Hürriyet Gazetesi Bağış Hesapları
T. İş Bankası Mithatpaşa Şubesi
4228 - 0971947 / IBAN TR370006400000142280971947
T.C. Ziraat Bankası Kızılay Şubesi
Hesap No 685-2868-5189 / IBAN TR060001000685000028685189
Garanti Bankası Kızılay Şubesi
Hesap adı: Van Depremi - Hürriyet
Şube: 082 Hesap No: 6294703 / IBAN TR72 0006 2000 0820 0006 2947 03

Yapacağınız ufak bir yardım zor durumdaki bir çok insanı hayata bağlayan bir umut olacaktır. Mesajımızın ulaştığı herkesi, deprem bölgesinde yardıma ihtiyacı olan vatandaşlarımıza yardım etmeye davet ediyoruz.


Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

25 Ekim 2011 Salı

Onur Air Vakası ve Sosyal Medya Yönetimi

25 Ekim 2011 günü sanıyorum hem bir şirket için hem de bundan sonra geçen günlerde tanıtımı yaptıklarım gibi  Kurumsal Sosyal Sorumluluk ve Kaos Yönetimi konularında kitaplar yazacaklar için oldukça ilginç bir vakaya neden oldu, Onur Air vakası. Şirket Van'da yaşanan  deprem faciasından sonra yapacağı bağışlardan "maksimum faydayı" çıkarmaya çalışınca kelimenin tam anlamıyla çuvalladı ve nefret edilen marka konumuna düştü. Bunların hepsi çok ama çok kısa zamanda oldu. Zaten kaos da budur, çok hızlı gelişir ve yanlış ellerde sadece ve sadece felaketle sonuçlanır...

Gelin olayların nasıl geliştiğine birlikte bakalım...


Aslında herşey normal başladı. Onur Air de diğer birçok şirket gibi kurumsal Facebook hesabından yaşanan depremle ilgili üzüntüsünü paylaştı. Buraya kadar herşey oldukça güzel ilerliyordu, birçok takipçisi bu durumu beğenmiş, altına teşekkür yorumları yazmıştı. 

Sonra birden Onur Air hem yardım yapıp, hem de şehit haberlerinden sonra "Bu vatan bölünmez, bu bayrak dalgalanacak, sayfamızı beğen!" yazanlar gibi olaydan uzun vadede yararlanmanın peşine düştü. Kafada ampuller yanınca da aşağıdaki Facebook notu ortaya çıktı.


Aslında yazının girişi kabul edilebilir standartlardaydı. 220.000 takipçisi olan Onur Air, ki bunların büyük çoğunluğu  yaklaşık yarım saat içinde markadan nefret eder hale geldi, her takipçisi için 0.5 TL (yani 50 kuruş...) yardım planladığını ve 110.000 TL'nin 55.000 TL'sini Kızılay'a, 55.000 TL'sini de Mehmetçik Vakfı'na bağışlayacağını duyurdu. Tam "ne güzel!" derken ikinci paragrafı okuyunca şok oldum! Ve silinebileceğini düşünerek hemen yukarıdaki ekran görüntüsünü kaydettim.

Onur Air resmen sayfasını beğenmesini sağlayacağımız her arkadaşımız için 50 kuruş daha bağış yapacağını söylüyordu! Böyle vahim bir durumda, bütün markalar kamyon kamyon bağışlar yaparken, aradan bir firmanın bağış yapmak için resmen bizimle pazarlığa oturması, Facebook sayfasına takipçi sağlamak gibi basit bir hesaba düşmesi beni inanılmaz derecede şaşırttı. Sosyal medyayı sürekli şirketlere "Facebook sayfanıza bu kadar takipçi çekeriz, twitter'da şu kadar takipçiniz olur" diye tanıtan, basit ajansların iş yaptığı bir piyasada normal gibi görünse de aslında sizi takip edenler sizinle iletişim halinde değilse aslında sizi kaç kişinin takip ettiğinin hiç bir önemi yoktur! Ben bunu defalarca söyledim ama "hala" başarıyı sayıda arayan, "şu kadar takipçiye ulaştık" diye sevinen ajans, site ve markalar var ne yazık ki...Bakıyorsun "skor kaygısı" öne çıkınca sahte hesapla kendi kendini takip eden de var, eşine dostuna "ricayla/parayla" retweet yaptıran da...Tabi ki olay sosyal medyada ışık hızında yayılır gibi yayıldı. Onur Air sadece bağış yapıp bunu duyursa bile zaten takipçi sayısı artacaktı, böyle bir pazarlığın hiç ama hiç alemi yoktu...


Tepkiler o kadar büyük ve sertti ki, şirket ve sosyal medya hesaplarını yöneten ajans tam anlamıyla kaos içinde kalmışlardı. "Kesin burada bir hata vardır, bu işi kısa zamanda düzeltirler." derken kaos yönetilemedi, ilk sinirle hesap "anlayışsız takipçilere" kesildi ve görünce ağzımın açık kaldığı aşağıdaki açıklama geldi.


Açıklamada amacı destek olan kampanyanın bunu anlayamayan takipçiler nedeniyle sona erdirildiği yazıyordu! En sonda da "yanlış anlamayan takipçilerden, yanlış anlamalar için özür dileniyordu." İşte bir firmanın aylar, yıllar boyunca kurduğu itibarının nasıl bir anda tuzla buz olduğunun açık göstergesi. Yapılan çok basit bir "hesap" yüzünden firma 220.000 takipçisinin üstüne koyamadığı gibi gözünden de düştü. Ben de dayanamayarak aşağıdaki iletiyi yazdım.


Onur Air ilk yazdığı hesapçı iletinin arkasından özür dileyip yanlış anlaşıldığını, bundan sonra her 6 ayda/1 yılda bir sayfasındaki hayran sayısını baz alarak Kızılay veya başka bir kuruma düzenli bağış yapacağını açıklasaydı bu olay 2 günde unutulur giderdi. Ama hem ülkenin en acılı günlerinden birinde fırsatçılık yapıp, hem de üstüne tepki gösterenleri "bunlar yardımdan ne anlar!" mantığıyla aşağılayınca bir anda dünya çapında #TT (Twitter'da trending topic) olacak kadar öfke seline battı. Ben eminim ki bu vaka ekran görüntüleri ve incelemeleriyle birlikte ileride yazılacak yerli ve yabancı kurumsal sosyal sorumluluk, itibar yönetimi ve kaos yönetimi kitaplarına girecektir. 

İşte burada şirketin ve hesabı yöneten ajansın kaos yönetiminden ne kadar uzakta olduğunu anlıyoruz. Bu hesapları insanlar yönetiyor ve insanlar hata yapar. Bu normaldir. Ve özellikle Türk toplumu gibi duygusal kısmı ağır basan tüketiciler hatasından dolayı özür dileyen ve telafi çabası içinde olan bir şirket karşısında çabuk "yumuşar". Burada yapılan en büyük hatalardan birisi de ilk iletinin altına gelen tepki yorumlarının silinmesiydi. Bu hareket en az yazılan yazı kadar yanlıştı. Çünkü insanlar sosyal medyanın "karşılıklı iletişim" özelliği nedeniyle firmaların hesaplarını takip ediyorlar. Aldıkları bir üründen veya hizmetten sevinince onlara teşekkür ediyorlar, memnun kalmadıklarında şikayet ediyorlar. Burada Onur Air'in yapması gereken şey hemen hesapların başına yetkili birisini otutturmak, ılımlı ve yanlış yaptıklarını kabul eden tarzda cevaplarla yazılan eleştirilere cevap vermekti, onları silmek değil...Yazdıkları yorumlar silinenler iyice çıldırdılar ve bu sefer olayı Twitter iletilerine daha fazla taşımaya başladılar. Tabi ki şirketin bunları silme hakkı olmadığı için kartopu çığa dönüştü. 

Onur Air, karşısında cevap verip, tatmin edip konuyu kapatabileceği bir topluluğu baştan sonra yanlış hareketlerle delirterek, firmadan nefret eden ve bunu bütün takipçilerine haykıran bir topluluğa dönüştürdü. İşler güllük gülistanlıkken herşey güzeldir, takipçilerinize avantajlı fiyatlarınızı söylersiniz, uçulan rotalardan güzel fotoğraflar koyarsınız, size kızan takipçilerinizi memnun eder ve "şu kadar bin takipçimiz oldu." diye sağda solda övünür durursunuz. Fakat işler ters gidebilir. Kaostan kaçamazsınız, unutmayın en iyi kaptan dalgalı denizde belli olur! Kaotik bir duruma düştüğünüzde yapabileceğiniz tek şey hatalı olduğunuzu bilerek müşterilerinizin karşısına çıkmak, onlardan özür dilemek, sinirli ve ağır telkinlerine bile ılımlı cevaplar yazmaktır. Eğer bugün Onur Air dekont fotoğrafının altına yazdıklarının yerine hata yaptıklarını kabul eden, takipçilerinden özür dileyen bir ileti girseydi, emin olun ki konuşmaların büyük çoğunluğu "Onur Air bugün çok kötü bir fırsatçılık yapmaya çalıştı AMA HATALARINI ÇABUK ANLADILAR VE TELAFİ ETTİLER, HELAL OLSUN!" şeklinde olacaktı. Tahmin ettiğiniz gibi şuan ne ilk nota, ne de sonradan asıl tepkiyi çeken dekontlu fırça girişine ulaşılamıyor. 


En başta gelmesi gereken mesaj en son gelince bütün anlamını yitirdi. Şuan sayfada bulunan mesajda takipçiler "kıt olmakla" suçlanmıyor. Sadece kampanyanın sona erdirildiği ve özür dilendiği söyleniyor. Acı ama artık çok geç Onur Air...Keşke kaosunu yönetebilseydin...

21 Ekim 2011 Cuma

Sosyal Medya, Dijital Pazarlama, Satın Alma Psikolojileri ve Marka/İtibar Yönetimi Üzerine Kitap Tavsiyeleri -3

Tekrar merhabalar,
Şuan MediaCat Yayınları'ndan çıkan Philip Kotler'in Kurumsal Sosyal Sorumluluk kitabını tanıtacağım bu satırları okuyorsanız tahminen bu yazı serimin birincisi olan Philip Kotler'in Kaos Yönetimi ve ikincisi olan Jeff Jarvis'in Google Olsa Ne Yapardı? kitaplarını tanıttığım kısımlarını okuduğunuzu varsayıyorum. Eğer okumadıysanız onları da okumanızı tavsiye ederim. :)



Kitabın sonuç kısmına gelmeden hemen şunu belirteyim, inanın sonucu yazacak kadar bile beklemek istemiyorum, bu kitap bir başucu eseri, bir başyapıt! Özellikle ülkemizdeki şirketlerin oldukça zayıf oldukları Kurumsal Sosyal Sorumluluk konusunda "Nedir? Nasıl Yapılmalıdır? Başarılı örnekleri nelerdir?" sorularının cevaplarını bir bir veren başarılı bir eserle karşı karşıyayız.

Kitabın birinci kısmında Kotler KSS(Kurumsal Sosyal Sorumluluk) tanımını "İsteğe bağlı iş uygulamaları ve kurumsal kaynakların katkıları aracılığıyla toplumun refahını iyileştirmek için üstlenilen bir yükümlülüktür." olarak yapıyor ve burada en önemli kısmın "isteğe bağlı" kelimeleriyle açıklandığını söylüyor. Ve değişik kişi ve kurumların KSS tanımlarını vererek devam ediyor. Bu kısımda dikkati çeken tespitlerden bir diğeri de iyi bir şirketin mükemmel ürünler sunması fakat büyük bir şirketin bunun yanında dünyayı daha iyi bir yer yapmak için çalışması olarak karşımıza çıkıyor. 

Kitabın giriş kısmında gelecek kısımların alt yapısı oluşturulduğundan oldukça güzel tespitler devam ediyor. Burada hedef kitlenin kim olması gerektiği yapılan araştırmalar sonucunda "yıllık 30.000 dolardan fazla geliri olan, yüksek eğitim düzeyinde kişiler" hedef kitle ortaya çıkıyor. Kotler'in fırmalara verdiği birinci öğüt "Nakit katkı yaparız olur biter!" mantığının ötesine geçmeleri. Aynı zamanda modern tüketicinin ürünlerin fiyat ve kalitesi kadar marka kişiliği ve imajının duygusal ve psikolojik yanları gibi pratik konuların ötesine gittikleri iddia ediliyor ve artık Maslov'un ihtiyaçlar hiyerarşisinde "Kendini gerçekleştirme" aşamasında bulundukları tespiti yapılıyor.

Aynı zamanda buradaki en büyük tespitlerden bir tanesi eskiden firmaların "yanlış anlaşılacağı" korkusuyla kendi satış konularından uzak konularda KSS üzerine gittikleri. Kotler bu yaklaşımın yanlış olduğunu, firmaların ana faaliyet konularını ilgilendiren KSS projelerine eğilmeleri gerektiğini savunuyor ve Starbucks, Body Shop gibi şirketlerden örnekler vererek bu tezini destekliyor.  Yapılan araştırmalar "KSS projelerinin satışlarda ve pazar payında artışa neden olduğunu, marka konumunu güçlendirdiğini, güçlü kurum imajı ve etkisi yarattığını, çalışanları çekme, heveslendirme, elde tutma becerisini arttırdığını, işletme maliyetlerini azalttığını ve yatırımcılara/ mali uzmanlara karşı cazibeyi arttırdığını ortaya koymaktadır." deniyor ki bence çok önemli bir tespit.

Burada karşımıza çıkan bir sıkıntı ise KSS projelerinin kar amacı güden şirketlere uzun vadede katkısını "belgelemek" oluyor. Kotler şirketlerin de kar amacı gütmeyen kurumların da bu konuyu belgelemekte sıkıntı yaşadığını ve bunun normal olduğunu söylüyor. 


Kotler kitabın ilerleyen bölümlerinde şirketlere hayır işlemek için 6 yol gösteriyor ve bunları:

1- Sosyal Amaç Teşvikleri
2-Sosyal Amaç Bağlantılı Pazarlama
3-Kurumsal Sosyal Pazarlama
4-Kurumsal Hayırseverlik
5-Toplum Gönüllülüğü
6-Sosyal Açıdan Sorumluluk Taşıyan İş Uygulamaları olarak listeliyor. Her birinin ne anlama geldiğini açıklıyor ve bu yolu seçmiş bir şirketi ve projesini örnek olarak gösteriyor.

Üçüncü bölüme geçtiğimizdeyse yazar başarılı kampanyaların ortak özelliklerini cesaretlendirici mesajlar geliştirerek, ikna edici uygulama unsurları yaratarak ve uzman medya kanallarını seçerek etkili iletişim ilkelerini kullanmak olarak belirtiyor.(s. 51)

Burada hayvan testlerine karşı yürüttüğü kampanya ile başarı sağlayan The Body Shop'un başarı sırları veriliyor. Konunun enine boyuna incelendiği maddeler arasında bence en önemlisi "konu seçimi yapıldıktan sonra byu konuyu tüm kalbinizle sahiplenin" maddesi.  Bölüm sonunda "sosyal amaç teşvik planlarını geliştirirken kampanyayı ürününüze bağlamaya dikkat edin, ortaklıklar geliştirin ve markanızı görünürlük ile bütünleştirin ve bunu garantileyin ve sonuçları takip etmek ve ölçme için bir yol bulun." Buradaki son cümle kitabın başındaki "KSS projelerinin kuruma katkısının ölçülmesinin zor olduğu" cümlesiyle tezat olmuş diye düşünüyorum.


Dördüncü Bölüm'de ise sosyal amaç bağlantılı pazarlama stratejileri bunları uygulayan şirketlerin ayrıntılı örnekleriyle açıklanmış. Sosyal Amaç Bağlantılı pazarlamayı  kısaca bir kurumun özel bir sosyal amaç için ürün satışlarına dayalı gelirlerinin bir kısmını bağışlaması olarak açıklayabiliriz. Burada genelde seçilen yöntem bu amaç için özel üretilmiş, belirli bir zaman dönemi için ve belirlenmiş bir hayır işi için ürün sunmak olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna örnek olarak ülkemizde Prima'nın bir dönem sattığı belirli bir bez grubundan "yenidoğan tetanozu aşısı" için bağış yapılmasını gösterebiliriz. Burada paylaşılan çok önemli bir araştırma sonucu var ki, araştırma KSS konusunun şimdiki kadar önemsenmediği 1999 yılında yapılmış olsa bile, fiyat ve kalite eşit olduğu zaman alım tercihlerinin üçte iki oranında iyi bir sosyal amaçla birleşmiş yana firmalardan yana olduğu. S.82) Bence 2012'ye sayılar günler kalmışken bu oran çok daha üstlere çıkmıştır. Bölümün devamında potansiyel kurum çıkarları ayrıntılı şekilde açıklanmış ve her birini başarmış firmalardan örnekler verilerek konu oldukça pekiştirilmiş. 

Beşinci bölümde Sosyal Pazarlama anlatılmaktadır ve Philip Kotler ile Gerald Zaltman bu kavramı 25 yıldan uzun zaman önce ayrı bir dal olarak öne sürmüşlerdir. Tanım olarak da "pazarlama ilkelerinin ve tekniklerinin bireylerin, grupların ya da bütün olarak toplumun yararına bir davranışı, hedef bir kitlenin gönüllü olarak kabul etmesi, reddetmesi, değiştirmesi ya da bırakmasını etkilemek için kullanımı." nı kullanmışlardır.

Burada gelen en büyük öğütlerden bir tanesi "sosyal pazarlama kampanyalarını sizin işiniz olarak görmeyenlerden gelen eleştirilere hazırlıklı olun." cümlesi. Ve bu konudaki örnek ve tavsiyelerle bölüm devam ediyor. 


Altıncı bölümde kurumsal hayırseverlik inceleniyor bu konuda şirketin kullanabileceği nakit bağışlar tedarik etmek, hibeler vermek gibi tipik programların hepsine örnekler verilerek açıklanmış. "Girişimin en güçlü yönleri olarak kurum şöhretini ve iyi niyeti kurmak, hevesli bir iş gücünü çekmek ve korumak; özellikle yerel toplumlarda toplumsal konular üzerinde etki bırakmak ve mevcut kurum sosyal girişimlerine kaldıraç görevi yapmaktır." denerek konu özetlenmiş. (s. 169)

Yedinci bölümde toplum gönüllülüğü konusu işlenmiş. Burada en basit örnek olarak şirketlerin çalışanlarına her ayda belirli miktarda ücretli izin vererek çalışanın istediği bir toplum gönüllülüğü projesine katılımını desteklemesi olarak gösterilmiş. Burada şirket personelin maaşını ödediği halde iş gücü kaybını proje için bağışlamakta, toplum faydasına bir işe bireysel olarak yardım eden çalışan hem kendisiyle gurur duymakta, hem de şirketini daha çok sevmektedir. Burada şirketlere en büyük öğüt ise toplumsal çaba gösteren personellerini mutlaka takdir etmeleri ve varsa şirket içi ve dışı yayınlarda, tanıtımlarda bu tip çalışanlara yer verilmesi.

Sekizinci bölümde sosyal açıdan sorumluluk taşıyan iş uygulamaları anlatılmaka. Bunu kısaca sürdürülebilir tarıma yatırıma yöneltme, atık kontrolü, yasak olmayan fakat zararı tespit edilen ürünleri gönüllü olarak satıştan kaldırma gibi açıklayabiliriz. Bu tip konularda da sürekli "hayır için mi yoksa kar için mi?" sorusunun sorulacağını ve verilen sözlerin müşteriler tarafından takip edileceğini belirten Kotler, "çalışmalarınızın sonucunu bekliyor olacaklar." diyor.

Dokuzuncu bölümde şirketlerin KSS konularında başarılı olduğu 25 uygulama tek tek tanıtılıyor. Bu bölüm adeta kitabın özeti niteliğinde ve sanırım okurken en çok ilginizi çekecek bölümlerin başında geliyor. 

Onuncu bölüm ise Kurum desteği arayanlar için 10 tavsiyeyi içeriyor. Bu bölüm de yine oldukça güzel hazırlanmış ve net örneklerle şüpheye mahal vermiyor. Burada "en azından şirket için olduğu kadar sosyal amaç için de en iyisini sağlayacak bir program geliştirme niyetine odaklı olun" denerek kitap sonuca bağlanıyor.

Benim okurken en çok altını çizdiğim, kenarlarına en çok not aldığım kitap bu oldu sanırım. Okurken sıkıcı veya gereksiz bulacağınız peş peşe 3 sayfa yok gibi. Bu kadar uzun bir tanıtım yapmış olmama rağmen sanki kitabın hiçbir şeyini anlatmamış gibi hissetmem de bundan kaynaklanıyor sanırım. Philip Kotler'in neredeyse bütün kitaplarını okudum fakat bu kitabı kendi kitapları arasında bile tek geçerim! Oldukça güzel açıklanmış, sayısız örnekle renklendirilmiş bu kitabı hem bilinçli bir tüketici açısından hem de çalıştığınız/yönettiğiniz şirket açısından mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Unutmayın bu dünya hepimizin ve bu dünyayı daha güzel ve yaşanılır kılan şirketlerin kılmayanlardan ayrılması kadar doğal bir şey olmamalı...

Eğer kitap ilginizi çektiyse BURADAN satın alabilirsiniz. İyi okumalar!







20 Ekim 2011 Perşembe

Sosyal Medya, Dijital Pazarlama, Satın Alma Psikolojileri ve Marka/İtibar Yönetimi Üzerine Kitap Tavsiyeleri -2

Hepinize tekrar merhaba,

Geçen yazımda başladığım kitap tavsiyelerine devam ediyorum. İşin aslı şu anda canım zerre yazı yazmak istemiyor. Çukurca'da yaşanan olayın acısı bu kadar tazeyken böyle bir yazıya gerek var mı onu da bilmiyorum fakat ileriki günlerde yoğunlaşacak programımdan ötürü yazı serisini devam ettirmekte sıkıntı çekebilirim. Bu yüzden fırsat varken mümkün olduğunca çok kitap tanıtmak istiyorum. Bir kişi fazladan bir kitap okusa kardır diyorum ve başlıyorum...


Kitabımız MediaCat Yayınevi'nin yayınladığı Jeff Jarvis'in Google Olsa Ne Yapardı? kitabı. Yeni ticaret dönemini Google, Amazon, Facebook gibi şirketler üzerinden yorumlayan Jarvis ünlü blog buzzmachine.com'un da sahibi. Jeff Jarvis kitapta olaya sadece ticaret veya internet gözünden bakmıyor, günlük hayatta karşılaşabileceğimiz bütün sorunlar karşısında Google mantığında insan/şirketlerin nasıl tepki vereceğini irdeliyor. 

Kitabın başlarında yazar Google'ın mantığını "Kullanıcıya odaklan, gerisi gelecektir..." olarak veriyor. Ve "eski tip medya şirketi" olarak Yahoo'yu gösterirken, Google'ı "kullanıcıların yapmaya çalıştığı herşeyde onlara yardımcı olan yeni tip medya şirketi" olarak gösteriyor. Kitabın özü ise sürekli Google'ı taklit etmeye çalışmak yerine onu başarılı kılan mantığı kavramak ve tüm hayatımızda yeni ve başarılı bir bakış açısı geliştirmek olarak ortaya çıkıyor. 

Burada aslında bir tezat var. Kitabında sürekli linkler vermekten, bedava hizmetler sunmaktan, "küçük yeni büyüktür!" diyen Jarvis'in kitabı neden basılı formda sunduğu? Bunun cevabını ise "Öncelikli olarak kabul ediyorum ki ikiyüzlüyüm. Bu kitabı mümkün olabilen en dijital, araştırılabilir ve link verilebilir şekilde yapamadım çünkü yayıncıdan avans ve başka hizmetler almıştım. Takdir edersiniz ki benim de yemek yemem lazım ve bu fırsatı kaçıramazdım. Ancak kitabım, bloğumda umduğumdan çok daha "Google-ca" oldu. Blogumdaki en mükemmel şey ise, okuyucularımın büyüleyici cömertliği ve zorlamalarıyla bilgi eksikliklerimi kapatmaları oldu. " olarak veriyor. (Kaynak)

Kitabın hemen başlarında ilk ve en önemli derslerden birisini "Şirketler kontrolü müşterilerine verdiklerinde daha güçlü olacaklarını öğrenmelidirler. Kontrolü bize verin, onu kullanalım ve karlı çıkan siz olun." olarak açıklıyor. ( S.22) Devamında ise linklerin önemine değiniyor ve değişik örneklerle linklerin aslında mevcut ortamın gelişmesinde nasıl işe yaradığına dikkat çekiyor. Burada verdiği örnekte Google Adwords üzerinden ilerliyor. Ve kilit cümle olarak "En iyi yaptığınız şeyi yapın, kalanını linklere bırakın." diyor.


Web 2.0'ın büyüme metodunu ise pazarlamayı çok da umursamayarak kullanıcılara anlatabilecekleri, benzersiz bir kullanıcı deneyimi yaşatmak olarak açıklıyor. Ve "aranabilirlik" ile "bulunabilirliği" eşleştiriyor. Yazara göre artık ciddi internet siteleri bile haber dahil bütün yazılarını yazarken arama motorlarında bulunabilirliği göz önünde bulunduruyorlar. Örnek olarak NY Times'ın basılı versiyonunda bir kitapla ilgili başlığın farklı olabileceğini fakat internet versiyonunda yazı başlığında kitabın hem adının hem de yazarının geçmesinin bunlardan herhangi birini Google gibi arama motorlarında arayanlar için "bulunabilirlik" sağlayacağını gösteriyor. Aynı zamanda müşterilerinizin sizin reklam ajansınız olduğunu savunuyor ve "Müşterileriniz sizi arkadaşlarınıza tavsiye ettiğinde onlara reklam yapmanıza gerek kalmaz." diyor. (s66) Google'ı da başarılı servislerinin kulaktan kulağa yayılması nedeniyle "Pazarlama yapmadan en hızlı büyüyen şirket" olarak ilan ediyor. Dell ile yaşadığı sorunları örnek vererek "Müşterileri dinlemek, yapabileceğiniz en mükemmel pazarlama şeklidir." örneğiyle konuyu kapatıyor.

Yazar devamında kıtlık ekonomisinden bolluk ekonomisine geçtiğimizi ve artık herhangi bir ürünün mutlaka alıcısının olacağını iddia ediyor. Seth Godin'in blogunda dediği gibi "Küçülün fakat büyük düşünün!" tezini destekliyor.


Jarvis 2007 yılında gelirleri oldukça düşen NY Times'ın internet gazetesini paralıdan bedavaya çevirmesini örnek gösteriyor. Gazetenin bu yolla daha çok kullanıcıya ulaştığını, onlara gösterdiği reklamlardan daha çok gelir elde ettiğini, daha fazla link alarak daha fazla trafiğe ulaştığını ve yazarların ödeme duvarının kalkmasıyla okurlarıyla daha fazla haşır neşir olabildiğini belirtiyor. Aynı zamanda hatalar yapmaktan çekinmemek gerektiğini, önemli olanın hatasız, mükemmel başlangıçlar olmadığını, karşılaşılan hataların düzeltilmesi gerektiğini ifade eden Jarvis, "Eğer hatalarınızı düzeltirseniz, müşterileriniz onları unutur ve gösterdiğiniz gelişmeden dolayı size saygı duyarlar." diyerek bu konuyu netleştiriyor.

Devamında Google'ın yaptığı işler için mutlaka akıllı, kalifiye elemanlar bulması anlatılıyor. Google haritalar işine girdiğinde, iş için ihtiyaç duyduğu mühendisleri Avustralya'dan bulmuş. Aynı şekilde şirkette çalışanlar etraflarındaki diğer çalışanların da yüksek kapasiteli, yaratıcı insanlar olduklarını bildiklerinden daha sıkı çalışıyorlarmış ve işlerini seviyorlarmış.

Kitap Dünyaya Google Hakim olsaydı kısmıyla devam ediyor. Burada da mevcut sistemleri Google kullansa günümüzdeki gazete, kitap vb sektörlerin nasıl olabileceği ele alınıyor. Asıl vurucu kısım ise Google mantığıyla reklamcılıkta karşımıza çıkıyor. Yazara göre Google'ın en çok değiştirdiği sektörlerden birisi reklamcılık.  Bunu da "Google bunu, büyük reklamverenlerden evel küçüklere, "reklam yapmayı hiç düşünmemiş, herhangi bir ajansa sahip olmayan insanlara" hizmet edecek bir pazaryeri kurarak yaptı. Onların reklam konusunda herhangi bir kuralı yoktu, dolayısıyla Google'ın kendi kurallarıyla oynamaya hazırdılar." (s. 192) Ve hemen sözü müşteri hizmetlerine getirerek bu konuya yatırım yapılmasını öneriyor. Ve devamında müşterilerden tavsiyeler alınabilecek sosyal ortamlara odaklanmalarını istiyor. "Şirketinizin ana hedefi insanların seveceği bir ürün üretmek olmalıdır." tezini sunuyor. Ve markanızın sorumluluğunu müşterilerinize verin diyerek konuyu bitiriyor. 



Yazar kitabın kalan kısımlarında ise perakendicilik, imalat, kamu gibi konularda dünyaya Google'ın hakim olsa hayatımızın nasıl olabileceğini işliyor. Belirtmeden geçmemek gerekir, kitapta Wired yazarı Chris Anderson'ın Uzun Kuyruk teorisine de bolca değiniliyor. 

Ben kitabı okurken oldukça beğendim. Akıcı bir dili ve basit, anlaşılır örnekleriyle kitapta okuduğunuz neredeyse hiçbir şey havada kalmıyor. Kitabı okurken arkasına sonradan "Google'da araştırmak üzere" Longtail.com - Bubblegeneration.com - Haque new economics of media - James Surowiecki Wisdom of the crowds - Vikinomi - Epicurious.com - Winelibrary.tv - Dawos Toilet(Youtube) ve Prosper.com konularını not almıştım, sizler de kitabı okuduktan sonra tahminen benzer konuları araştırma isteği hissedebilirsiniz. Hepinize iyi okumalar. (Eğer ilginizi çekiyorsa BURADAN kitabı satın alabilirsiniz.)

Eğer hala okumadıysanız, serinin 1. Yazısı BURADA- Kaos Yönetimi

19 Ekim 2011 Çarşamba

Sosyal Medya, Dijital Pazarlama, Satın Alma Psikolojileri ve Marka/İtibar Yönetimi Üzerine Kitap Tavsiyeleri -1

Hepinize merhaba,
Bu yazıyı/yazı serisini yazma fikri uzun süredir aklımda olmasına rağmen bir süredir yakın zamanda okuduğum 17 sosyal medya, dijital pazarlama, marka/itibar yönetimi ve satın alma psikolojisi kitaplarından en beğendiklerimi sizlerle paylaşmak istedim. Bu kitaplar genelde MediaCat ve Optimist Kitap tarafından yayınlanıyorlar.



Sosyal Medya sanırım dünya üzerinde insanların en çabuk sıfat edindikleri sektör. Öyle bir sektör düşünün ki en altta çalışan eleman bile "Sosyal Medya Uzmanı" olarak işe başlıyor. Tabi ki en alt kademe uzman olunca bir ay çalışan topluluk yöneticisi, 6 ay çalışan müdür, 1 yıl çalışan "Sosyal Medya Astronotu" oluveriyor. Burada en büyük sıkıntı, birazcık aktif Facebook, Twitter kullanıcılarının bile hemen "sektör içinden" görülüp bir işe montelenmesi sanırım. Ve işin daha acı tarafı hasbel kader işe başlayan bu grubun çok büyük çoğunluğunun kendini bu konuda geliştirmeye çalışmaktansa hemen yeni sıfatını bulmaya çalışmakla zaman öldürmesi. Lafı geçmişken bu konuda sıkıntısı olan arkadaşlara geçen gördüğüm Sosyal Medya Sıfat Üreticisi sitesini şiddetle tavsiye ederim. Henüz kimse tarafından sahiplenilmemiş, bakir bir sıfat bulacağınıza eminim. :) Neyse dediğim gibi "eleman"ın olmadığı bir sektör, herkes uzman, herkes yönetici. Akşama kadar bayık slaytları, raporları kim hazırlıyor acaba? :)

Buraya kadarı işin hem gerçek hem de mecazi anlamda "giriş" kısmıydı, bu kısımdaki "girişken" konuşmalar kanınıza dokunduysa bundan sonrasını zaten okumayacağınız için yollarımız burada ayrılıyor demektir:) Yok siz de yaptığınız işte kendini geliştirmek isteyenlerdenseniz gelin okunabilecek kitaplara bir göz atalım. (Burada ufak bir not: Bunlardan daha güzel veya başka kitaplar da var mutlaka ama bunlar benim ilk etapta dikkatimi çekenler/okuyabildiklerim, rafları/kitap sitelerini karıştırdıkça okunması gereken kitap listem kabarıyor.)

Okuduğum Kitaplar :
Sosyal Medya Pazarlaması idi. Öncelikle burada 17'den fazla kitap olduğunu fark edenlere "dikkatleri", bana  inanıp saymayanlara da "güvenleri" için teşekkür ederim :) Kitabın insana birşey katmayanı yok gibidir. Buradaki kitaplar da mutlaka ki yoğun emek sonucunda ortaya çıkmışlardır fakat ben bunlardan bana "Vay be ne kitaptı!" dedirtebilenleri sizlere tanıtacağım. 



Şimdi burada Philip Kotler'in birçok kitabı var, zaten her yazdığı kitap bir başucu eseri, adeta bir teknik başvuru kaynağı. Kitaplarının hepsini beğensem de sadece Kaos Yönetimi ve Kurumsal Sosyal Sorumluluk kitaplarını tanıtarak diğerlerine de yer bırakmak istiyorum. 

İsterseniz vurucu bir giriş olması açısından konuya herkesin tıkandığı yerden, Kaos Yönetimi'nden başlayalım.:)


Kotler'in kitap kapağının içinde yazan giriş cümleleri aslında herşeyin bir özeti, gelin onu dinleyelim:

"Bugün ve gelecekte, belki de bir şirketin neye sahip olduğunu veya ne ürettiğini sormak, şirketin çalkantıları tespit etme, kaosu öngörebilme ve riskleri yönetebilme yetenekleriyle ilgili sorular kadar önemli olmayacak. Riskleri tanımlamak ve yönetmek çok basit bir iş değildir. Riskleri önceden tahmin edebilmek için senaryo ve strateji geliştirmek, fırsatları değerlendirmek gerekir.

Kaos Yönetimi kitabının amacı şirket yöneticilerine esnek, güçlü ve dayanıklı bir şirket yaratabilmeleri için bir rehber sunmaktır. Liderler dünyanın öngörülemeyecek şekilde değişmeye başladığının farkına varmalı, ekonomide çalkantının ve kaosun kaçınılmaz olduğu gerçeğiyle yüzleşmeli ve her bir departman için yeni bir stratejik davranış biçimi geliştirmelidirler.

Neyse ki, ekonomik çalkantı dönemlerini başarıyla atlatan şirketlerin her biriminin başındaki yöneticilerin ortak davranış biçimlerini belirlemiş durumdayız. Büyük küçük her kuruluşun er geç yüzleşeceği tehlikeli sulardan güvenli bir şekilde çıkmanın kurallarını bu kitapta bir araya getirdik."

Kitap gerçekten oldukça güzel kaleme alınmış, net örneklerle ve sizi düşünmeye itecek sorularla süslenmiş. Başta dünyanın girdiği çalkantılı dönem açıklanmış, devamında yönetimlerin bu çalkantılı dönemlerde yaptıkları hatalar alt başlıklara bölünerek ayrıntılarıyla açıklanmış. Verilen örnekler, doğru ve yanlışları anlamak açısından en küçük bir ikileme yer bırakmayacak şekilde olduğundan okurken adeta bir roman gibi bırakmak istemeyeceğiniz kitaplardan olduğunu garanti edebilirim. :)

Devamındaysa Kaos modelleri ve bunların yaratacağı zayıflıklarla fırsatlar ayrıntılarıyla incelenmiş. Bu konuyu şirket yönetim sistemlerinin tasarlanması izliyor ki bu konuda eksiği olan şirket/yöneticiler için bulunmaz kaynak!

Bunların hepsinin üstüne şirketinizi dayanıklı kılacak pazarlama stratejilerini anlatıldığı bölüm geliyor. Burası bence kitabın en önemli bölümlerinden bir tanesi. Çünkü içine düşülen kaosun getirdiği hızlı tepki verme sürekli yeni stratejiler geliştirme zorunluluğunun şirket için uzun vade pazarlama planına nasıl dönüştürülebileceği net örneklerle burada anlatılmış.

Son bölümde ise "Çalkantılar çağında nasıl büyüme stratejileri geliştirilmeli?" sorusunun cevabı var. Bu konuda ünlü stratejistlerden General Clausewitz'in "Savunma durumundaki , savunma pozisyonunda olmanın avantajını elde eder etmez hemen saldırıya geçmelidir" lafıyla başlamış olması ise eski bir subay olarak beni benden aldı. Bu söz günümüzde hala savunmanın tanımında kullanılır ve "taarruz şartları elde edilinceye kadar düşmanı oyalamak"  olarak hayat bulurken fikir babasının kim olduğunu açıkça belli eder...Burada sevilen şirketlerin ortak yanları, kısa, orta, uzun vade planlar yapılırken dikkat edilmesi gereken konular anlatılıyor.

Kaos Yöentimi okurken her satırında bir ders bulduğum, net örneklerle zihnimi açan, tam bir kaynak kitap olarak kütüphanemdeki en kıymetli kitaplar arasında yerini aldı. Eğer bu kitaba bir not vermek haddime olsaydı 10 üzerinden hiç düşünmeden 10 verirdim!

Giriş yazısı da olduğu için oldukça uzamış olan yazımı sabırla okuduğunuz için teşekkür ederim. Her gün en az yarım saat kitaplarınıza zaman aıyırırsanız toplum içinde konuşabileceğiniz konu sayısının binlerce kat artacağını lütfen unutmayın. En kısa zamanda başka bir kitap tanıtımıyla görüşmek üzere! Unutmayın bilgi de sevgi de paylaştıkça artar;)

Not: Kitabı yukarıda da verdiğim link'ten satın alabilirsiniz;)

Serinin 2. Yazısı da BURADA- Google Olsa Ne Yapardı?

9 Ekim 2011 Pazar

Türk Lirası Ne Kadar Saygın?

Güzel bir pazar günü uzun süredir aklımda olan bir konuyu sizlerle paylaşmak istedim. Türk Lirası'na ne kadar değer veriyoruz? Yani bunu paranın ekonomik değerinin veya 1 doların 1,90 Lira olmasının ötesinde soruyorum. Paramıza fiziki olarak ne kadar değer veriyoruz? Korumak için neler yapıyoruz?


Kabul edelim bir çoğumuz elimize banka ATM'lerinden veya herhangi bir şekilde maaş vs yoluyla gıcır gıcır yeni para geldiği zaman keyif alırız. O pürüzsüz, kırışmamış para ne kadar asil durur değil mi? Sanki o 50 Lira eski 50 Lira'yı dövermiş gibi gelir bana. Ama o para çok değil 1 hafta içinde kullanılmayacak kadar kötü hale gelir çünkü toplum olarak bir çok şey gibi paramızın kıymetini de biz belirliyoruz aslında. Biz hala cüzdan kültürü yaratamadık çoğu insamızda, hala paralar deste halinde pantolon ceplerinde veya gömleklerde taşınıyor. Sosyetik hayatları olan arkadaşlar bu dediğim kavramı anlayamayabilirler ama biraz yerel esnafın, küçük ticarethanelerin içinde bulunmuş olanlar ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır. Bu bizim eski geleneğimiz, cepten bir tomar parayı önce göstere göstere çıkarıp, sonra görünmesin diye masanın altında arasından bir miktar alıp, çırağı çağırıp "Gel koçum bana şuradan bir bilmem ne kap gel bakalım!" geleneği...


Sadece bu kadar mı? Daha parayı heybelerine sokuşturan pazarcı amcaları, bir kutuya sıkış tıkış tıkılan dolmuş ücretlerini ve bir ton benzer örneği vermedim bile. Tamam pazar veya dolmuş para akışının çok hızlı olduğu, nakit paranın sürekli el değiştirdiği yerler olabilir ama bizim paramıza böyle hoyratça davranabilmemizin altında aslında başka bir neden yatıyor; bu da bizim bunu da diğer birçok şey gibi önemsemiyor olmamız. Yani paranın eski veya yeni olması, kırışmış veya yırtılmış olması, oldukça eskimiş veya üzerinin yazılı olması kaçımızın umrunda ki?


Bu üstteki 5 dolar benim yıllardır cüzdanımda taşıdığım, annemin daha küçücük bir çocukken "Evladım para parayı çeker derler, cüzdanın ömrün boyu hiç boş kalmasın, al bu sana uğur parası olsun" diye biraz da şakayla karışık verdiği para. En az 14-15 yıldır cüzdanda bulunmasının sonucunda biraz yıprandı, tam ortasından hafifçe yırtıldı hatta. Şunu çok iyi biliyoruz ki ben bu 5 doları hiçbir döviz bürosunda bozduramam. Veya elden hiçbirinize veremem. Çünkü o parayı kimsen sizden almayacağını bildiğiniz için bu 5 doları benden almazsınız. Ama bu bırakın 5 Lirayı 50 Lira, hatta 200 Lira bile olsa bunu bir şekilde elden çıkarabileceğinizi bildiğiniz için başta biraz sızlanıp mızmızlasanız da bu parayı benden alırdınız. Trajikomik değil mi? Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde Amerikan Doları temiz kullanılıp el üstünde tutulurken, Türk Lirası paçavra gibi oradan oraya atılıyor. Çünkü biz yeni, yırtılmamış, üstünde bakkal hesabı yapılmamış para talep etmiyoruz...Alın size birkaç tane Türk Lirası fotoğrafı. Daha kötülerini değişik zamanlarda gördüm, üstüne telefon not alınmış olanını, aylık gider hesabı yapılmış olanını, ortadan yırtıldığı için bantla boydan boya yapıştırılmış olanını...



Şuna emin olun ki üsttekilerden çok daha kötü durumda olan birçok banknotumuz şuan dolaşımda, sizin cebinizde, benim cüzdanımda, pazarcı amcanın heybesinde... Peki neler yapabiliriz? Paramızı bu kadar paspal, değersiz görünmekten nasıl koruyabiliriz? Ben önce kendi hatalarımla başlamak istiyorum. Ömrüm boyunca cebinde para taşıyan biri olmadım, her daim bir cüzdanım vardı ondan pantolon veya gömlek cebinde para eskitmedim ama aşağıdaki yollarla ben de para eskittim.


Bu benim özellikle yaz aylarında denize, havuza vs giderken yanıma cüzdan almak istemediğim durumlarda kullandığım küçük el çantam. Önündeki cırt cırtlı gözüne telefonu koyup, sol tarafa kredi kartı/kimlik, sağ tarafa da para koyup, anahtarı da kapatmadan önce arasına koyup küçücük bir çantaya bütün ıvır zıvırımı sığdırdığım el çantam. Ama tabi ki böyle küçük bir ortama bu kadar şey sığdırınca mecburen katlayıp koyduğum paraların da ezilip kırışmaya başladığını fark ettim. Çünkü para o koyduğum fermuarlı yer dışında hiçbir yere katlamadan sığmıyor. Artık mümkün olduğunca bu çantayı almıyorum veya yanıma acil durumdan beni kurtaracak kadar nakit dışında para almıyorum ve işimi genelde kredi kartı ile hallediyorum. 



Burada küçük bir ara başlık açmak istiyorum. Kredi kartı veya en azından banka kartı kullanımı bence çok önemli. Çünkü ülkemizde birçok işletme nakit verdiğiniz paranın fişini kesmediği için paranız kayıtsız ekonominin bir parçası haline geliyor. Artan vergi kaçakları yüzünden hükümetler otomobil, cep telefonu, benzin gibi halkın bütün kesiminin kullandığı kalemlere fahiş vergiler uygulayarak oradan alamadıkları verginin peşine düşüyorlar. Ama kredi/banka kartı kullandığınız zaman paranız her daim kayıt altına girer ve vergisi ödenir. Aynı zamanda artık artan temassız ödeme sayesinde yanınızda bozuk para taşımanıza bile gerek kalmaz. Aslında başlı başına bir yazı olabilecek kredi kartı kullanımı konusunu buradaki konuyu dağıtmamak için kısa kesip konumuza dönüyorum. :)



Diğer bir hatam da zamanında yok Money kart, yok Varan kart, yok Vatan kart diye gittikçe artan kartlarımı  sığdırabilmek için normal cüzdanımı bırakıp kartlık şeklindeki cüzdana dönmek oldu. Kartları taşımak için oldukça kullanışlı olan bu cüzdan tipi ne yazık ki bizim banknotlarımız için oldukça küçük. 50 liranın boyu cüzdandan daha geniş olduğu için ikiye katlayarak koymak zorunda kalıyorsunuz. Ama o halde bile katlanmış 50 lira cüzdanın yarısından daha geniş olduğu için cüzdan kapalıyken para bir kez de katlanmış hali içinde katlanıyor. Öyle olunca cüzdan kullansanız bile 20 liradan büyük bütün paralarınız içinde harap oluyor. Ondan sizden ricam en sağdaki gibi içine bütün paraların sorunsuzca koyulabileceği bir cüzdan tercih edin.

Sonuç olarak unutmayın ki paranız sadece döviz bürolarındaki kadar değerli değildir, aynı zamanda sizin verdiğiniz manevi değer kadar değerlidir. Biraz özen, biraz bilgilendirmeyle kendi paramıza değer katabileceğimizi biliyorum. Bu yüzden Dolar, Euro gibi paralar eskimesin diye gözünüz gibi bakarken, kendi paranızı unutmayın, Türk Lirası'nın saygınlığı hepimizin saygınlığıdır...